Salı, Kasım 11, 2008

Eskidendi...


Eskidendi, Çok Eskiden

Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.

Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.


Murathan Mungan


Salı, Kasım 04, 2008

Bir ada ülkesi hikayesi

Evet seyyah Aysel yine yollara düştü bu yakınlarda:) Size Sezar tarafından Kleopatra’ya hediye edildiği söylenen bir adayı tanıtmak istiyorum bu sefer. Tahmin edebileceğiniz üzere Kıbrıs’tan bahsediyorum.

Bir zamanlar, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar birlikte kardeşçe yaşarlarmış. Ondan sonra her şeye karışan bazı ülkeler, iki toplumu birbirine kışkırtmış ve çatışmalar başlamış. Sonra da sınırları ikiye bölünmüş Kıbrıs'ın.

KKTC olarak dünyada sadece Türkiye tarafından bilinen ve tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde, yıllarca İngiliz sömürgesi olarak yaşayan adalı insanların şaşırtıcı bir biçimde kuşaktan kuşağa hala daha İngilizceyi çok güzel konuştukları, hatta Türkçeden iyi İngilizce konuştukları söylenebilir:) Kıbrıs insanları, bir tuhaf komik hatta bir o kadar da eğlenceli Kıbrıs Türkçesi konuşuyorlar. Daha da komik olanı, esas doğru olan Türkçeyi kendilerinin konuştuklarını iddia ediyor olmaları, Türkiyeli Türklerin değil:)

Doğma büyüme buralı olanların keyfine pek bir düşkün, pek bir rahat hatta belki de pek bir tembel olduğu söylenen bir yer bu yavru vatan. Bir İngiliz hayranlığı ile birlikte öyle bir ülke ki burası, bir ucundan bir ucuna bir kaç saatte gidilebiliyo:)

Muhteşem manzaralı kaleleri, cam gibi denizi ile bir türlü paylaşılamayan bu ufacık toprak parçası üstünde iki ayrı din, iki ayrı dil konuşulmasına rağmen yaşayan halkın kültürünün aynı olduğu bir yer Kıbrıs. Hayalet bir havaalanına sahip, toplu taşıma aracı yok, soldan direksiyonlu arabalar var ve çok lüks mercedes taksilere sahip bir ada burası.

Kıbrıs’ı görene kadar dört tarafı denizlerle çevrili bu kara parçasının bu kadar kurak bir yer olduğunu biri bana söylese inanmazdım. İki yıldır buraya doğru dürüst yağmur yağmıyormuş. Kıbrıs’ta Doğu Akdeniz iklimi görülüyomuş. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise serin ve az yağışlıymış. Kışın sıcaklık ender olarak 0 derecenin altında kalırmış. İkliminden dolayı fazla yağış almıyormuş ve genellikle sıcak ve güneşliymiş. Adanın tarımsal kuraklık yaşamakta olduğu, içme suyunun ise yüzde 70′inin deniz suyundan elde edildiği, susuzluk probleminin çekildiği bir yer olduğunu da öğrendim ayrıca. Birde bazı yerlerde yolların sağlı sollu etrafında yer alan okaliptus ağaçları var. İngilizler tarafından 19. Yüzyılda Avustralya’dan getirtilen okaliptus ağaçlarının ekilmesinin sebebi, muhtelif yerlerdeki bataklıkların kurutulmasıymış. Malum okaliptus çok miktarda suyu alıp havaya vererek, bataklığı kurutup etrafını da tarıma elverişli hâle getirmekteymiş. (bu çok fazla akademik bilgi oldu galiba:)

Kumardan kendilerini alamayan insanların uğrak yerleri olan o meşhur kumarhanelerinden birini, ünlü Casinolarını da gördüm burada. (içeride fotoğraf çekmek yasak olmasaydı casinoyu size gösterebilirdim.) Oynadın mı diye sormayın lütfen, Valla oynamadım. Sırf sizlere anlatmak için hiçbir masraftan kaçınmayarak gezdim, yani yanlış anlaşılmasın efendim.:))


Ercan Havaalanı’ndan Lefkoşa’ya indiğinizde görülen Beşparmak dağları, güzelim kumları, sevmediğim ızgara hellim peyniri, yol boyunca gördüğüm mini-malikâneleri, otel odamın balkonundan seyrettiğim muhteşem yakamozları vardı. Masmavi Akdeniz’in en güzel plajlarına sahip olan bu adanın denize bakan otellerinin bir odasında kalmanızı tavsiye ederim, çünkü gün batımı ya da doğuşunda kartpostallık manzaralar yakalayabilirsiniz.


Sevgili Hocamla gruptan koparak kaçamak yaptık ve sonradan Mevlevi müzesi olarak düzenlenmiş olan Mevlevi tekkesini ziyaret ettik Lefkoşa’da. Dünya üzerinde en iyi korunmuş olan Mevlevî Tekkelerinden biri Lefkoşa’da bulunuyormuş. Yapı iyi korunmuş ve çeşitli restorasyonlara tâbi tutulmuş ve şu anda Mevlevî Müzesi olarak kullanılıyor. İyiki de gitmişiz oraya, her ikimizde çok güzel manevi bir doyumla ayrıldık oradan.


Lefkoşa’daki Selimiye Cami (St. Sophia Katedrali), Kıbrıs’taki en büyük, en görkemli ibadethane ve en önemli Gotik mimari eser olarak kabul edilmekteymiş. Daha önce aynı yerde bulunan bir Bizans kilisesinin üzerine kurulduğu söylenmekte. Girişin iki yanında bitirilememiş olan çan kulelerinin üzerine, Osmanlılar tarafından cami minareleri oturtulmuş.


Venedikliler tarafından inşa edilmiş olan kalın yüksek surlarla çevrili Başkent Lefkoşa şehrinin 3 ana giriş kapısı varmış. Türkler tarafından sonradan tamir gören Girne kapısından şehrin iç kısmına doğru ilerledik ve tarihi mahkeme binalarını gördük. Görülecek tarihi anıtlardan birisi de Venedikliler tarafından dikilmiş olan Lefkoşa-Atatürk Meydanı'ndaki Venedik Sütunu (Dikilitaş). Kumarcılar hanı ve Büyük hanı geçerek (Osmanlılar tarafından yaptırılan Lefkoşa’daki Büyük Han, iki katlı ve geniş bir avlunun etrafında sıralanan odaları var. Burada hediyelik eşya dükkânları ile otantik restoranlar bulmak mümkün.) Türk ve Rum kesimini birbirinden ayıran sınır kabul edilen bir sokağa geldik. Dünyada aynı şehrin iki farklı ülkenin başkenti olduğu yegâne şehirmiş Lefkoşa. Bu ilginç tarihi şehrin sokaklarında gezinirken çarşının orta yerindeki Lokmacı barikatını da gördük tabiki. Eski Lefkoşa’yı tam ortadan ikiye bölen bu sınır (Lokmacı duvarı), 5-6 metre genişliğinde bir yol aslında. Şehrin kalbinin attığı bu uzun çarşının bir devamı varmış Rum Kesimi’nde. 300 yıldan fazla Türk idaresinde kalmış olan Kıbrıs’ın diğer şehirlerinde olduğu gibi, eski Lefkoşa’da da tam bir Türk şehri havası vardı.


Salamis harabeleri, Gazimagosa’da (Yunancada Famagusta deniyormuş) bulunan antik bir şehrin kalıntıları. Başlıklı sütunlu revaklarla çevrili alanın antik bir tiyatrosu var. 'Gimnazium' denilen büyük bir spor alanı, Bizans devrinde Salamis hamamları olarak yeniden inşa edilmiş. Alanı çevreleyen surlar ve etraflarında heykeller bulunan havuzları da var.


Magosa’da bulunan gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri kabul edilen St. Nicholas katedrali, Osmanlılar tarafından cami olarak kullanılmış (Lala Mustafa Paşa Cami) ve (KKTC)'nin en büyük camisiymiş.



Kıbrıs’ın en güzel manzaraya sahip olan yerlerinden bir tanesi Bellapais manastırı ise aynı ismi taşıyan bir köyün içinde yer almakta. Girne şehrinin üzerinde, bir dağın yamacına inşa edilmiş, çok güzel bir manastır. Kıbrıs’a gelen herkesin mutlaka görmesi gereken bir mekân. Manastır’da bugün konser salonu olarak kullanılan bir de salon mevcutmuş.


Saint Hillarion Kalesi Girne’nin en yüksek dağının zirve noktalarından birinde bulunuyo. Kalenin adını bir azizden aldığı sanılıyomuş. 10. yüzyılda bu bölgede bir manastır ve kilise inşa edilmiş, Lüzinyanlar da bu manastırı sonraları kaleye çevirmişlerdir. Saint Hillarion Kalesinden müthiş bir Girne manzarası bulmak mümkün. Çok yüksek olan dağın tepesindeki bu kaleyi karşıdan gören diğer kalelere, Girne’ye her hangi bir saldırı yahut akın olacağı zaman mesajlar iletilirmiş. Yani bir bakıma Saint Hillarion Kalesi, liman şehri olan Girne’nin gözetleme kulesi görevini de görmekteymiş.


Arap akınlarına karşı kentin korunması için Bizanslılar tarafından inşa edilmiş olan Girne kalesini ve içerisindeki Batık gemi müzesini de gezdik. Tarihin bilinen en eski gemi batığını (2300 yıl kadar önce Girne açıklarında batan bir geminin kalıntılarıymış) gördük. Girne’de bugüne kadar korunmuş olan tarihi Girne yat limanı ve lokanta, bar ve açık hava kafeteryalarının bulunduğu Girne çarşısı da kalenin hemen yakınında bulunuyor.


Hayatımda hiç görmediğim Yunanca'da "bozuk çalgı" anlamına gelen 'buzuki' telli çalgısının da çok tatlı bir ses rengi var. Otel lobisinde bize mini bir buzuki konseri veren tuhaf görünümlü oldukça şişman bir beyin bana anlattıklarından anladıklarımı size aktarayım: Rivayet odur ki, Yunanistan’a göçmüş Rumlardan birinin bağlaması onarılmayacak kadar kırılıyor, o da bunu Pire'de bir müzik aletleri dükkânına götürüyor ve tamir edilmesini istiyor. Usta ise bunu yapamayacağını ama isterse yenisini yapabileceğini söylüyor. Adam bunu kabul ediyor, bir süre sonra geri geldiğinde bağlamasıyla alakası olmayan bir saz buluyor. Çok sinirleniyor ve bozuk çalgı anlamında "buzuki!":))) diye bağırarak hışımla sazı almadan dükkânı terk ediyor. Daha sonra bu saz bir yunan müzisyeninin eline geçiyor ve ondan da Türkiye göçmeni kesime yayılıyormuş…(nasıl hikaye ama)


Kıbrıslı Türk kadınlarının evlerinde işledikleri el işleri, nakışlar kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılmakta ve hediyelik eşya olarak satılmakta (almak isterseniz eğer çok pahalı işler olduğunu söylemeden geçmeyeyim bu arada). Lefkara işi, Kıbrıs'ta yapılan yerel el sanatlarının en önemlilerinden biri. Kıbrıs'ın Venedikliler tarafından fethi sonrasında ünlü İtalyan dantelleri de Venedikli kadınlar tarafından beraberlerinde adaya getirilmeye başlanmış. Kültürel etkileşimlerin kaçınılmazlığı sonucu, Lefkara işlerinin ortaya çıkmasında bu nakış ve dantellerin etkisi de söz konusu. İlk olarak, Lefkara köyünde ortaya çıktığı için adını bu köyden almış. "K eten Üzerine Lefkara İşi" ve "İğne İşi Lefkara"’nın ikisinin de ortak bir yönü var, o daişleme yapılırken yastık kullanılması.

Sesta, buğday saplarının çeşitli renklerde kök boyalarla boyanıp örülmesiyle elde edilen diğer yöresel el sanatlarından biri. Sesta’nın tepsi, sini ve sepet şeklinde olan hediyelik süs eşyaları da bulunmaktaymış.


Özellikle Akdeniz bölgesine has ritim ve coşkulu figürlerle Kıbrıs folklorunu da seyretme imkânı bulabildim. (seyrederken çok eğlendim doğrusu)


Kuzey Kıbrıs’ın geleneksel tatlılarından biri olan ceviz macunu, yerli ve yabancı turistler için küçük cam kavanozlarda satılıyor. Bi türlü tadına bakma fırsatı bulamadığım (ama onun yerine 2 serum yedim:) bu güzel görünüşlü tatlının törensel bir misafir ağırlama geleneğiyle ikram ediliş şekli varmış. Lokum gibi ikram ediliyomuş misafirlere. (Ben yiyemedim aklım kaldı, siz tadına bakmadan gelmeyin emi?)


Kısa sürede ancak gezebildiğim birkaç yeriyle birlikte, Kuzey Kıbrıs hakkında edindiğim izlenimleri özetlemeye çalıştım sizlere. Fotoğraf makinemin yanlış tarihler atma azizliği ve orada hastalanmam dışında, uzun süre göremediğim bir sürü arkadaşımı görmek ve onlarla eğlenceli zamanlar geçirmek ve görmediğim farklı mekânları tanımak her şeye rağmen oldukça keyifliydi bu yolculuk benim için…

A.KÜÇÜK