Pazartesi, Temmuz 30, 2007

Hakikî Aşık

Celâdet ve adaletin timsali Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nden sonra fethettiği beldede adalet ve otoriteyi tesis için, bir süre kalmak ister. Bunun için hazırlıklar yapılır ve padişahın otağ-ı hümayunu kurulur. Sultanın çadırını temizlemekle vazifeli kadınlardan biri, akşamları çadıra dönen Yavuz’u, o gün ilk defa yakından görür ve o andan sonra onun sevgisiyle yanmaya başlar. Zamanla bu sevgi, bir sevda olur Mısırlı kadının yüreğinde. O, düştüğü derdin çaresizliğini bilir fakat bununla birlikte çare aramaktan geri duramaz.

Bir cuma günü Koca Yavuz çadırdan çıktıktan sonra bir tanıdığına yazdırdığı kâğıdı, sultanın yastığının yanına iliştiriverir. Kâğıtta;

‘Derdi olan neylesin?’ yazmaktadır.

Sultan, gece istirahatına çekildiğinde yastığının yanında bulduğu kâğıtta yazılı bu ümitsiz cümleye, bir karşılık yazıp yastığının altına bırakır. Kadıncağız sabah, ‘Acaba sultan cevap yazdı mı?’ heyecanıyla -belki de biraz ümitle- yastığın altına bakar ve kâğıdının arkasına bir şeyler yazılmış olduğunu görür. Sırdaşına okuttuğu bu notta,

‘Hiç durmasın söylesin!’ yazmaktadır.

Kadıncağız en azından derdini anlatabileceği düşüncesiyle biraz da olsa sevinir, ümitlenir bu cümleyle. Fakat padişahın celâdeti onu korkutmaktadır. ‘Şiirlerin pençe-i kahrında lerzân olduğu’ Koca Yavuz’a böyle bir şey söylemek kolay mıdır?!..Bu defa kadın,

‘Korkuyorsa neylesin?’

yazılı bir kâğıt bırakır sultanın yastığının altına ve ertesi günü sabırsızlıkla bekler. Ertesi sabah yine yastığın altına heyecanla bakar; sultanın kaleminden çıkan,

‘Hiç korkmasın, söylesin!’

notunu görünce kadının ümidi biraz daha artmıştır. Hiç olmazsa kendini yakıp kavuran derdini söyleyecek, kabul görmese de, derdinden bir nebze olsun kurtulacaktır. Kadıncağız bütün cesaretini toplayıp akşam sultanın gelme vaktinde çadırın girişinde bekler. Birazdan Koca Yavuz, bütün haşmetiyle görünür; hâlinden, duruşundan kadının kendisine bir şeyler söylemek istediğini fark eder: ‘Söyle!’ der kadına. Edeple el-pençe duran kadın titremeye başlar ve dizlerinin bağı çözülür. Padişah gür sesiyle ikinci defa ‘Söyle!’ deyince, kadın, heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuş, kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahçup bir sesle, heyecanından sadece; ‘Efendim!’ der ve gerisini getiremez. Koca Sultan’ın celâdetinden duyduğu heyecanla yere yığılır ve ruhunu oracıkta Rabbi’ne teslim eder. Herkesi bir telâş ve heyecan sarsa da, gözler Koca Yavuz’dadır. Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında, meseleyi günlerdir hisseden Yavuz’un yüreği yanar, gözleri dolar ve Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:

‘Hakikî âşık odur ki, sevdiği uğruna kalbi dursun!’

Pazartesi, Temmuz 23, 2007

Erzurum Kongresi ve Kulaçzade Ahmet Efendi

Erzurum'un esaretten hürriyete kavuştuğu gün olan 12 Mart 1918 günü, yani Doğudaki güzel toprakların ve yüksek dağların mert kanıyla sulanarak, düşmana göğüs geren Erzurum'un karanlık bir günden kurtarılmasının yıl dönümünden sonra, her yıl olduğu gibi, bugünde Erzurum Kongresi’nin (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) yıldönümü (88.) kutlanır Erzurum’da. Yaşamımızda Türk olmanın gururu ile yeralan bu Kongre, şüphesiz temsil ettiği fikir ve prensiplerle ve sağladığı yetkiler bakımından Milli Mücadele hareketinin tarihi bir hareket ve çıkış noktasıdır.

Milli Kurtuluş Savaşı'nın hazırlık yıllarında, Sivas'tan hareket ederek, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a gelen Atatürk, 8/9 Temmuz 1919 gecesi son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdeddin'e bir telgraf göndererek askerlikten çekildiğini ve "sine-i millet'e" döndüğünü bildirmişti. Erzurum'da büyük bir Kongre'nin hazırlıklarına girişildi. Anadolu'da milli mücadele birliğinin kurulmasının ikinci adımı Erzurum Kongresi ile atıldı. Kongre, 23 Temmuz'da bir okulun salonunda 54 delege ile çalışmalarına başladı.

(bakınız delege isimleri: http://tr.wikipedia.org/wiki/Erzurum_Kongresi_Delegeleri#Trabzon_vilayeti)

İlk gün, Mustafa Kemal kongre başkanlığına seçildi. Milli bir hal alan kongrede, genel değerlendirmeler yapıldı ve doğu illerinin durumu görüşüldü. Milli mücadelenin temelleri açısından önemli kararlar alındı. Erzurum Kongresi'ne katılanlar, 17 çiftçi ve tüccar, 5 emekli subay, 4 emekli memur, 5 öğretmen, 4 gazeteci, 5 hukukçu, 2 mühendis, 1 doktor, 6 din adamı, 3 eski milletvekili, 1 general ve 1 eski bakan olmak üzere 54 delegeden oluşmuştu. 23 Temmuz 1919'da, Kavaf Mahallesindeki eski bir okulun salonlarında açılan Erzurum Kongresi, 6 Ağustos 1919 tarihine kadar, 14 gün devam etti.

Kongrenin yapıldığı okul, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşlarından sonra Ortaokul olarak yaptırılmıştı. Kongreden sonra 1920-1921 yıllarında Sanat Okulu, 1922-1923 yıllarında Sultani (lise), 1924 yılında da ilkokul olarak kullanılmış aynı yılın sonunda, çıkan bir yangınla tamamen yanmıştı. Erzurum ili özel idaresi, yanan okulun yerine, yeni bir okul yaptırmış, 1926-1927 ders yılı başında Gazi İlkokulu adıyla hizmete açmıştı. Daha sonra okul, 1940 yılında Atatürk Yapı Sanat Okulu olarak kullanılmaya başlanmıştır.


Her ne kadar, Erzurum Kongresi'nin yapıldığı bina, 1924 yılında yanmışsa da yerine yapılan okulun bir salonu, 1960 yılında (Atatürk ve Erzurum Kongresi Müzesi) olarak düzenlenmiş ve ziyarete açılmıştır. Duvarlarında ve vitrinlerde Kongre ile ilgili tutanakların, yazışmaların, beyanname ve telgrafların fotokopileri, delegelerin fotoğrafları ile birlikte biyografileri, Atatürk'ün çeşitli fotoğrafları, Onuncu yıl Nutku'nun el yazısı ile fotokopisi, Erzurum'daki tarihi anıtlardan bazılarının yağlıboya tabloları yer almaktadır. Müze salonundaki masaların üzerinde, Kongreye katılan 54 delegenin adları yazılı mermer plakalar vardır. Bu delegelerden birisi de Trabzon-Sürmene’nin tanınmış eşrafından Kulaçzade Ahmet Efendi’dir. Kongrenin yapıldığı binadaki bu salona ailecek her gidişimizde, bizlerde her Türk gibi gururla ziyaret ederiz ve büyük dedemiz Ahmet Kulaç’ın masasında oturur, o günkü atmosferi hayal ederek, onun hislerini anlamaya çalışırız. Birde hatıra fotoğrafı çekmeden dönmeyiz tabiki.



Ahmet KULAÇ (1870-1935), 1908 Meşrutiyet devriminden sonra iç politika hayatı içinde yaşamış, İttihat ve Terakki fırkasında, Müdafai Hukuk Cemiyetinde, sonradan Halk Partisinde çalışmıştı. İstanbul’da polislik, Erzurum’da Tahsil Müfettişliği, Sürmene’de sandık eminliği yapmıştı. Sürmene Belediye Başkanlığı ve Belediye üyeliklerinde bulunmuştu. Atatürk Sivas’tan Ankara’ya geçip, Heyeti Temsiliye Reisliği görevini alarak Milli Mücadeleyi başlattığı zaman, Sürmene’nin Milli Mücadele İltihak telgrafı Ahmet Efendi tarafından çekilmiştir. 1919’da Erzurum Kongresi’ne de Sürmene’yi temsilen katılmıştır. 1935'de vefat eden Ahmet dedemizin mezarı, birkaç yıl önce ailenin başvurusuyla, Sürmene Belediyesi tarafından yeniden düzenlenmiş, kendisine yaraşır bir hale getirilmiştir. Bu haklı değerin kendisine verilmesinde katkıda bulunan herkese minnettarız.



A.K.

Pazartesi, Temmuz 16, 2007

Kemanını inleten adam; Farid Farjad


1938 tahran doğumlu, İranlı bir keman virtüözü ve müzisyen olan Farid Farjad, 1966 yılında Tahran Üniversitesi’nde klasik müzik üzerine mastır yapmıştır. Kimi konserlerinde karısı piyanoda violine eşlik etse de, Anroozha albümlerinin ilk dört serisinde piyano ile eşlik eden isim, Abdi Jamini'dir. Fars (Persian) halk müziği üzerine ciddi bir birikime sahip olan Farid Farjad, batı ile doğuyu keman ortak paydasında birleştirme girişimlerinde inanılmaz bir başarı elde etmiştir. 1988'de Golha orkestrası ile başlamış, 1989'de Anroozha 1 ve 2 (O günler) albümleriyle ile devam etmiş, 1997'de Anroozha 3 ve 4 arasına bir Golha albümü daha girmiş ve nihayet, Anroozha 5'i (2006) çıkartmıştır. Albümlerinde sadece keman ve piyano vardır.

İlaç gibidir, kimi zaman antidepresan, kimi zamansa depresan etkisi yaratır:) Halen yaşamakta olan Farjad’ın bize yakın bir duruşu vardır. Yakın toprakların ortak kültürü kemanına yansımış ve doğu-batı sentezini mükemmel işlemiştir. Albümlerinin içerisine kattığı Azeri parçası "Ayrılık" ve Ermeni parçası "Sarı gelin"i bir yana, ezgilerinin yaşantılarımızla örtüşme oranının büyüklüğü de bunu göstermektedir. İnsanı alıp götüren ve bir daha geri getirmeyen türden müzikler üreten müzisyenin albümlerini Türkiye’de bulmak eskiden çok zordu, ama şimdi bazı müzik marketlerde bulunabiliyor. İlk dört albümündeki birbirinden güzel harika parçaları bu sitede bulabilir ve indirebilirsiniz: (Yalnız Real Player’ı yüklemeniz gerekiyor bunları dinlemek için)

http://darvish.net/Albums/Instrumental/FaridFarjadViolon.htm

Özellikle ilk albümündeki parçalarını dinlemenizi tavsiye ederim. En meşhur parçalarından bazıları ise: Taghatam deh, Leilli&Majnoon, Mara beboos, Pari kojaie, Gol-e pamcha, Violin song…gibi

Yaklaşık 4–5 yıl kadar önce tamamen bir tesadüfle tanıştım kemana ruh veren Farid Farjad ile. Kendisinden bu kadar geç haberim olduğu için de oldukça üzülmüştüm doğrusu. Farid Farjad bence kemanını çalmıyor, inletiyor dedim ve kemanıyla adeta şarkı söyleyen bu adamı neden daha önce dinleyemedim diye de oldukça hayıflanmıştım. Daha sonraları onunla tanışmamış olan arkadaşlarıma, onu tanımalarına vesile olsun diye en sevdiğim birkaç parçasını göndermiştim. Ve sonra onu ilk kez dinleyen insanların şaşkınlığını izlemek de, inanılmaz keyifliydi doğrusu.

Hani ‘Bir şarkı dinledim hayatım değişti.’ derler ya, değişmedi ama kişisel olarak müzikleriyle yaşamıma kattığı keyfin yanı sıra, o müzikler eşliğinde yaşantımı daha bi yoğun hissetmemdeki payın dışında, bana ayrıca bir mutluluk sağladığı için de bol bol teşekkürlerimi sunuyorum kendisine. Kemanda gezinen bu sihirli parmaklar, beni her dinlediğimde oldukça etkilemiş, duygulandırmış ve başka diyarlara götürmüştür. Bu müzik eşliğinde düşüncelere dalmamak mümkün değil ki. Müzikleri ruhu okşar, eritir adeta. İçinizde uzakların özlemi, hiç yaşanmamış zamanların burukluğu, alıp başını gitme arzusu belirir bu zatı dinlerken…

Gönlündekileri sözcüklerden daha iyi notalarla ifade ettiğine hiç şüphe duyulmayacak kadar ustadır o. Nasıl anlatmalı ki hislerinizi onu dinlerken, sadece onun kemanının tınısı ile varın duygu yoğunluğunu siz düşünün. Kederli günlerimde aralıksız dinlediğim, dinlerken huzur bulduğum, öylesine romantik, öylesine mahzun bu yeri doldurulamaz ezgiler, beni her zaman dinlendirmiş ve başka diyarlara götürmüştür. En duygusal, en iç yakan melodilerin, notaların efendisidir o. Beni derinden etkileyen, adamın içini titreten ve belki de bunalımlı zamanlarda kesinlikle dinlenilmemesi gereken bu keman üstadının kalbinden geçenleri merak etmişimdir hep. Bir gün ona sormak isterdim: ‘Nedir sizi böyle ciğerimi söktürür gibi keman çaldıran şey?’ diye:)

Daha başka ne yazabilirim ki onun ve o eşsiz dillendirdiği kemanının hakkında, ya da ne yazmalıyım? Benim için değil İran’ın, dünyanın en iyi keman virtüözüdür o…

A.K.

Cuma, Temmuz 06, 2007

Akrep ve ahtapotun dillere destan aşkı

Çok uzak bir adada yaşayan güzeller güzeli ahtapot ve çok yakışıklı bir akrep birbirlerine âşık olmuşlar. Fakat ikisi de birbirinden korkuyorlarmış. Ahtapot akrepten; onu zehirli iğnesiyle sokar diye, akrep ise; ahtapotun uzun kolları onu boğar diye… Fakat daha fazla dayanamayarak ikisi de birbirlerine kollarını uzatmışlar. Ahtapot “en kötü ihtimalle bir kolumu veririm, nasıl olsa yerine yenisi gelir” diye düşünmüş. Akrep ise “Onun için kendimi feda edebilirim” demiş. Birbirlerini çok seviyorlarmış. O kadar mutluymuşlar ki bütün hayvanlar çok kıskanıyormuşlar onları... Zamanla akrepten sıkılmaya başlamış ahtapot, aklında açık denizler varmış hep. Oralara gidip başka hayvanlarla tanışmanın hayalini kuruyormuş. Güzelliğini bu şekilde geçirmemek için okyanuslara doğru yüzmeye başlamış.

Terk edilen akrep günlerce sahilde onun dönmesini beklemiş. Ardından çok ağlamış, fakat göz pınarları olmadığı için, hep içine akmış gözyaşları. Okyanusların en güzel sularında süzülen ahtapot yeni yerler gördükçe, işte gerçek mutluluk diye düşünüyormuş içinden. Akrebi çoktan unutmuş. Derken birden bir balıkçı ağına dolanmış olarak bulmuş kendisini. Kurtulmaya çalıştıkça daha çok dolanıyormuş. Onu gemiye çekmişler. Balıkçılar ahtapotun kollarını kesip geri denize atmışlar. Kesilen kollarıysa, içki masalarında meze olarak kullanılmak üzere bir restorana satılacakmış. Canı çok yanan ve ne yapacağını bilemeyen ahtapot eski aşkı akrebe dönmeye karar vermiş, fakat kolları olmadığı için yüzemiyormuş artık. Terk edilen akrepse onsuz olmaktansa ölmeyi tercih etmiş ve zehirli iğnesiyle kendisini sokmuş. Diğer hayvanlardan yardım isteyen ahtapot akrebe ulaşmak üzereymiş. Akrebin yanına vardığında ise akrebi ölmek üzereyken yakalamış. Akrep son nefesini verirken “evet işte ben bu güzellik için kendimi feda ettim” demiş içinden. Gerçek aşkının akrep olduğu anlamış ahtapot. Ama artık ne ahtapotun onu saracak kolları kalmış, ne de akrebin onu tekrar sevebilecek kalbi...

Her şey zamanında yaşandığında güzeldir...


(Teşekkürler Ünalcım bu güzel hikayecik için)

Çarşamba, Temmuz 04, 2007

Kırmızı Karanfil

John Blanchard oturduğu yerden doğruldu. Üniformasına çekidüzen verdi. Büyük İstasyon'da yolcuları bekleyen kalabalığı süzdü. Kalbini çok iyi tanıdığı, ancak yüzünü hiç görmediği kırmızı karanfilli kızı aradı gözleriyle. Kıza duyduğu ilgi yaklaşık 13 ay önce Florida'da bir kütüphanede başlamıştı.Raflardan ilgisini çeken bir kitap almıştı. Kitap daha önce bir başkası tarafından okunmuş, sayfa kenarlarına kurşun kalemle notlar düşülmüştü. John bu notların ardında asil bir ruhun, derin bir aklın olduğunu fark etmişti.

Hemen k
ütüphane memuresine gitmiş ve kitabı daha önce alan kişinin kim olduğunu öğrenmişti. Holiss Maynel adında bir kadındı. Holiss'in adresini almıştı. Eve varır varmaz bir mektup yazmıştı: ''Bugün kütüphanedebir kitap okudum. Aldığınız notlar karşısında hayranlık duyduğumu bilmenizi isterim. Sayenizde kitabı daha iyi anladığım gibi, ince düşüncelerinizle de tanışma fırsatı buldum. On gün sonra asker olarak Kore'ye gidiyorum. sizi tanımak ve mektuplaşmak isterdim. Cevabınızı sabırsızlıkla bekleyeceğim.''

Çok geçmeden Holiss'den de sıcak bir cevap gelmişti. John ikinci mektubunu
Kore'den yazmıştı. Savaş günleri sürdükçe mektuplar gidip gelmişti. Her yeni mektupta birbirlerinden biraz daha etkilenmişler, kalplerini birbirlerine biraz daha açmışlardı. John'un terhis zamanı gelmiş, Amerika'ya dönmeye hazırlanıyordu. Kore'den yazdığı son mektupta Holiss'e kendisini görmek istediğini söylemişti. ''Seni tanıyabilmem için bana bir resmini gönder lütfen'' diye bir not düştü mektuba. Holiss buluşmayı kabul etmiş, fakat resmini göndermemişti. ''Resmin ne önemi var ki?'' demişti mektubunda. ''bizi ilgilendiren kalplerimiz değil mi?'' Yine de küçük bir not eklemişti mektuba: ''Seni karşıladığım gün yakamda kırmızı bir karanfil olacak! Böylece beni kolayca tanıyacaksın.''

Günler birbirini kovalamış ve John ülkeye dönmüştü. Şimdi trenden iniyordu. Gözleri kırmızı karanfilli kadını ararken hiç ummadığı bir şey oldu. Genç, güzel, uzun boylu bir kadın kalabalığın içinden kendisine doğru yürümeye başladı. Sarı saçları omuzunu süslüyor, mavi gözleri bir okyanus gibi derin derin kendisini süzüyordu. Üzerindeki mavi elbise ile kararlı bir edayla John'a yaklaşıyordu. John da ona doğru yürümeye başladı. Ancak son anda yakasında kırmızı karanfil olmadığını farketti. İyice yaklaştığında sıcak bir tebessümle seslendi John'a: ''Seninle tanışabilir miyiz, denizci?'' Tam o sırada güzel kadının omuzunun üzerinden yakasında kırmızı karanfil olan kadını gördü. Kısa boylu, şişman sayılacak bir kiloda, gri kısa saçlı, tozlu uzun pardesü ve kalın bilekleriyle öylece duruyordu. John şaşkındı. Az önce hayatında gördüğü en güzel kadından reddedilmez bir tanışma teklifi almıştı. Ancak karşısında kalbine aşık olduğu kadın duruyordu. Tereddüdü kısa sürdü. Kendini toparladı ve yanındaki dünyalar güzeline alırmadan ilerledi.

Elinde Holiss'le birbirlerini tanımalarını sağlayan kitap vardı. Kitabı biraz daha sıkıca kavrayıp kırmızı karanfilli kadına yaklaştı: ''Merhaba Holiss'' dedi, gözlerinin içi gülerek. ''Pardon'' dedi kadın, yüzünde halden anlayan bir tebessümle, ''Ben Holiss değilim. Az önce burdan geçen sarı saçlı, mavi elbiseli genç hanım benden yakama bu karanfili takmamı rica etti. Bana da Holiss diye hitap eden biri olursa, kendisini istasyonun çıkışındaki pastanede beklediğini söylememi istedi. Ne demek istediğini anlayamadım ama, giderken kulağıma ''Bu bir sınav!'' diye fısıldadı.

Senai Demirci (Aşka Dair Öyküler)