Pazar, Ekim 28, 2007

Canım Arkadaşım Susan'dan 'Film Gibi Özel Bir Gezi'

Vefalı arkadaşım Susan'dan eşi Peter ile birlikte bu baharda İstanbul'a yaptığı minik geziyle ilgili, bu seferde onun ağzından kendi harika ve bir o kadar da ilginç izlenimlerini anlatan bir makale, Peter'ın fotoğraf makinesinden çıkan güzel görüntüler eşliğinde...Bu makaleyi benim için hiç üşenmeden Almanca'dan Türkçe'ye çeviren sevgili kuzenim Elif'ime de binlerce teşekkürler, zahmetleri için. Bu arada gayretle Türkçe öğrenmeye başlayan meine Freundin Susan'ı da sevgiyle kucaklıyorum.



FİLM GİBİ ÖZEL BİR GEZİ

Bu yaz mektup arkadaşımla gümüş balayımı kutladım. Onunla tanıştığımda 13 yasındaydım. 25 yıl sonra tanışabileceğimizi kim düşünebilirdi. Bu harika arkadaşlığa müteşekkirim. 2006 yazında Aysel İsviçre’deki kuzenini ziyarete gelmişti. İlk kez telefonda konuştuk, yıllar sonraki ilk mümkün olan karsılaşmamız buydu. 2007’nin baharında İstanbul’da buluşmak istiyorduk. Sonbaharda seyahat bürosuna gittim. Ocak ayının ortasında 27.04–01.05.2007 tarihleri arasında kısa bir seyahat rezerve ettirdik. Seyahat randevumdan önce kendimi iyi hissetmediğim için depresyon tedavisi alıyordum. Bugün iyiyim, seyahat bürosu Peter’in tekerlekli sandalyesi ve sandalyenin pilleri hakkında bilgi aldı. Bunun bir sorun teşkil edip etmeyeceğini öğreneceklerdi. Geziden iki hafta önce biletlerimiz otelin rezervasyon kâğıdı geldi. Peter’in tekerlekli sandalyesi için hava şirketinden hayır yanıtı geldi. Çünkü bu küçük pillerin içerisinde asit oluşumu vardı. Geziden vazgeçmemiz gerekiyordu. Paramızı geri alacaktık. Neyse ki, Peter kısa bir süreliğine jel pilli bir tekerlekli sandalye kiralayabildi ve gezimize katılabildik. Dördüncü ayın 27’sinde öğleye doğru tekerlekli sandalye taşıyabilen bir taksi kiraladık Frankfurt yönünde yola koyulduk. Tam zamanında hava alanındaydık. Genç bir hosteste tam zamanında gelmişti. Peter’in arabasını kullanmak için, bizi check-in için sıraya soktu. Büyük bir salonda birçok farklı sarter vardı. Sevimli bir bayan bize yardımcı oldu. Peter’i, havaalanının tekerlekli sandalyesiyle surdu. Uzun bir kuyruğa girdik, pasaport kontrolü yapıldı. El paketlerini ve çantanın içindekileri uzun bir bandın üzerine koyduk, burada kontrol edildiler. Büyük su şişelerini bu kontrolde feda etmek zorunda kaldık. Bir bekleme salonun da araç gelene kadar beklememiz gerekiyordu. Uçak 90 dakika gecikti. İlk kez heyecanlandım. 30 dakika sonra havaalanı otobüsüne bir aran ile getirildik. Uçuş biletlerimizi verdik. Kontroller yapıldı. Ve uçağa ayak baştık. Uçağa ilk giren yolculardık. Erkek hostes bize yerimizi gösterdi. El bagajlarımızı yerleştirmemize yardımcı oldu. Peter cam kanarındaki yerinden yeryüzünün soluk kesici görüntüsünü izledi. Belirli bir yükseklikteydik. Aksam yemeği servisi geldi. Alışveriş yapmamız mümkündü. Avusturya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve sonunda İstanbul’a vardık. Aşağı indiğimizde kulaklarım tıkanmıştı. Pasaportları kontrol ettim. İki kişi bir arabayla bize yardımcı oldu. Havaalanı binasına gittik. Yaşlı olan Almanya’da geçirdiği zamandan bahsetti. Diğeri binanın içine kadar bize refakat etti. Uzun bir yol gittik. Vize kontrolü yapıldı. Ne yazık ki Peter İngilizce bilmiyordu. Ben bu geziden önce biraz Türkçe öğrenmem gerektiğini biliyordum. Uzun valiz bandında valizimizi ve seyahat çantamızı bulduk. Sonunda Peter’in sandalyesi de geldi. Genç bir Türk bizi çıkış salonuna getirdi. Orada gelenleri bekleyen birçok insan vardı. Kadınların çoğu tamamen örtülüydü. Ogertur’un tercümanı bizi bekliyordu. Yolcu otobüsüne vardığımızda gece yarısıydı. Sayısız sarı taksi yanımızdaydı. Karanlıkta şehir yolculuğu yaptık. Taş caddeli Fındıkzade’de otelimizin önünde durduk: ‘Grand Anka’. Kimliklerimizi tahsil ettirdik. Geç saat olmasına rağmen ortalık oldukça sesliydi. Valizlerimiz birinci kattaki odamıza getirildi. Nazik bir adam Peter’e yardım etti. Gece yarısıydı. Susamıştım, mini bara gittim. Bir sandalyeye oturdum. Saat 5’te bizim otelin karşısındaki caminin müezzini ezan okudu. Yaklaşık iki saat sonra kalktım. Mükemmel bir kahvaltıdan yararlanamadım. Çünkü heyecandan kendimi kötü hissediyordum. 25 yıl sonra ilk kez mektup arkadaşımla ve e-mail arkadaşımla karsılaşacaktım. Arkadaşım Aysel titriyordu. ‘a story like a film’: film gibi bir yüz. Kısa bir telefon görüşmesinden sonra otelin lobisinde selamlaştık. Anlayışlı ve nazik kardeşi Fırat ile gelmişti. Arabayla şehirde dolaştık. Küçük bir restorantta oturduk. Tipik Türklere özel kıyılmış etten kızartma yedik ve ayran içtik. Yemekten sonra sevgili arkadaşımla Sultan Ahmet Camii’ne gittik. Çok güzel bir parkta kısa bir mola verdik. Geleneksel bardakta cay ikram edildi. Camii’nin önünde erkekler ayaklarını, ellerini ve yüzlerini yıkıyorlardı ibadetten önce. Başörtülerle geniş bir merdivenden çıktık, ayaklarımıza plastik poşetler geçirdik. Dua odasına girdik, bu odanın sadeliği beni çok etkiledi. Ana kubbeye hayretle baktım. Kenarlarda dua eden insanlar vardı. bu görüntüden hoşlandım. Dışarı çıkınca örtümüzü ve ayaklarımızdaki plastikleri çıkarttık. Arabayla Boğaziçi’ne gittik, gemi yolculuğu yaptık. Boğaziçi, Marmara ile Karadeniz’i birbirine bağlıyordu. Tahta bir bankta oturduk. Pencereden dışarıyı izledik. Sohbet ettik. Fotoğraf çektik. Dışarıda burnumuzu sızlatan taze temiz bir rüzgâr esiyordu. Küçük bir kafede kısa bir ikamet ettik. Hediyelik eşya dükkânları vardı. Türk çayı içtik ve ilk bardaktan sonra bir de bir fincan Türk kahvesi denedim. Kahve telvesinden geçmişle gelecek hakkında yorumlar yapılıyormuş. Gemiye geri döndük. Avrupa yakasına doğru hareket ettik. Arabayla otele geri döndük. Almanya’dan, futboldan ve havadan sohbet ettik. Sirkeci tren yoluna 1895’de ilk Doğu Expresi buraya varmış. Pazar ve pazartesi otel çevresindeki coğrafyayı dolaştık. Burada birçok yardım sever insanla karşılaştık. Pazar öğleden sonra, küçük bir kafede manzara karşısında leziz keklerden yedik. Limonata denedim. Satıcıyla sohbet ettim. Çay içtik. Salı günü bu güzel insanlardan, otelden ve sıcak iklimden ayrılma vakti gelmişti. Öğleden önce otobüs tekrar geldi. Bu kez Türk şoför yalnızdı. Ogertur’dan bir bayanla telefonda konuştuk. Bizimle ilgilendiler havaalanındaki işlemler konusunda bize yardımcı oldular. Son Türk paramla Peter’e sandviç ve kola aldım. Kontrollerimiz yapıldı, kaptan bizi selamladı. Kokpiti görmek istediğimi söyledim. Kısa bir süreliğine gösterdi. Peter sandalyesi konusunda biraz endişelendi. İstanbul’da kalmasından korktu. Yemek servisi yapıldı. İki saat sonra Frankfurt’taydık. Peter’in sandalyesi geldi, bir otelde kaldık o akşam ve yemek yedik, sonra da evimize doğru yola koyulduk.

Sevgili arkadaşımla tekrar vakit geçirmeyi çok istiyorum.

Susan Jankowski

Pazartesi, Ekim 22, 2007

Eskimeyen Dosta

Arkadaşlığımız çeyrek asrı aştı ve bunca zaman içinde dostluğa ve kardeşliğe dönüştü
Yaralandıkça kalplerimiz her zaman birbirine dayandı ve destek oldu
Şikayetlenmeden birbirimize katlanarak ve sınırlarımızı da hiç aşmadan yaşadık
Esirgemedik birbirimizden sevgimizi ve ilgimizi, herkese ve her şeye rağmen


Zor ve bir o kadar da meşakkatli yıllar geçirdik birlikte, hiç sömürmedik ve hiç kullanmadık ki birbirimizi
El bilmedik birbirimizi ve hep yakın olduk. Birbirimizi kaybetmekten korkarak yaşadık ve birlikte büyüdük
Yalnızlık çektiğimizde, üzüldüğümüzde, hatta keyiflendiğimizde de daima aradık birbirimizi
Nice badireler atlattık birlikte omuz omuza, sonra da birbirimizi sessizce dualarımıza kattık
Evlerimiz şimdi uzaklarda olsa da, biliriz ki kalplerimiz birliktedir, biliriz ki sevgi mesafede değil kalplerdedir
Pişmanlık duymadan dostluğumuz sürerken, birbirimize hep değer verdik ve değerli hissettirdik


Çok ama pek çok sınavlar atlattı bu iki kardeş kalp, engellerle savaşarak, birlikte öğrendi, birlikte gözyaşı döktü ve birlikte güldü
Ancak koparamadı onları birbirlerinden ne bir kimse, ne de bir olay
Kanasa da yüreklerimiz bazen acıyla, sırdaş olduk ve birbirimizin dertleriyle dertlendik
Mutlu olduğumuz, birlikte eğlendiğimiz ve hatta güldüğümüz zamanlarda az değildi ki
Avunduk birbirimize verdiğimiz tesellilerle, biraz huzur bulduk belki, belki sığındığımız limanlar olduk
Kızsak da zaman zaman birbirimize, farklı düşünceler paylaşsak da, neticede hiç kopmadık, kopamayızda…


H.A. Küçük

Çarşamba, Ekim 17, 2007

Sevgiye dair

İşte Japon düşünür Masumi Toyotome'nin sevgi üzerine söyledikleri: "Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir" diye başlıyor Toyotome. "Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz?" diye soruyor..Sonra da anlatmaya başlıyor…

"Sevgi üç türlüdür!.."

Birincinin adı "Eğer" türü sevgi!..

Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar..Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome, "En çok rastlanan sevgi türü budur" diyor. Bir şarta bağlı sevgi.. Karşılık bekleyen sevgi.. "Sevenin, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu" diyor yazar.."Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır." Yazara göre evliliklerin pek çoğu "Eğer" türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne âşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile "Eğer" türüne rastlanıyor.

Yazar bir örnek veriyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için, çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfkeyle "Sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone'ye gittin" diye bağırıyor. Delikanlı "Ama baba, vaktiyle sen de bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın" diyor. Baba daha çok kızarak, delikanlıyı tokatlıyor. Çocuk da intihar ediyor. "Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı" diyor yazar.. "Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı!.." İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında.. "Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek, bu genç adamın yaptığı gibi, yaşamı sürdürmekle, ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir" diyor, Masumi Toyotome..İlginç değil mi?..

İkinci türe geçiyoruz. "Çünkü" türü sevgi..

Toyotome bu tür sevgiyi söyle tarif ediyor: "Bu tür sevgide kişi, bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. "Örnek mi?.. "Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın!)" "Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki.." "Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki.." "Seni seviyorum. Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki.."

Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş bir şeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün, "Eğer" türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana..İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayret eksikliği ve rekabet girer.

Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfın en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. Üstü açık BMW'si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler. "O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?" diye soruyor,Toyotome.. "Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz" diyor. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var..Birincisi.."Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?" korkusu..Tüm insanların iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri..Öteki yalnızca kendilerinin bildiği.."İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse" korkusu buradan doğar. İkincisi de.. "Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa.." endişesidir. Japonya'da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişanı bozup onu terk etmiş. Daha acısı..Aynı kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyaretine bile gelmemişler artık çirkin olan kızlarının..Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde yok olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrından ölmüş..Japon yazar "Toplumlardaki sevgilerin çoğu 'Çünkü' türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür" diyor..Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?.."

Ve işte sevgilerin en gerçeği!.."Üçüncü tür sevgi benim 'Rağmen' diye adlandırdığım türdür" diyor yazar.

Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için "Eğer" türü sevgiden farklı bu..Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için "Çünkü" türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan "Bir şey olduğu için" değil, "Bir şey olmasına rağmen" sevilir. Güzelliğe bakar mısınız?..Rağmen sevgi..Esmeralda, Qusimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına "rağmen" sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya çingene olmasına "rağmen" tapar!.."Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara 'rağmen' sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karsılaşması şartı ile.."Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine "rağmen" olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Japon yazar "Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur" diyor. "Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür bir sevgi, sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir."Bunun böyle olduğundan nasıl emin olabiliriz peki?..Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.."Şu soruma cevap verin" diyor. "Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz?..Kendi kendinize 'Yaşamamın ne yararı var' diye sormaz mıydınız?.." Devam ediyor Toyotome.."Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün..Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi? O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?" "Diyelim sıradan bir yaşamınız var..Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınıza olan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yaşardınız?.." diye soruyor ve yanıtlıyor: "Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar." Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor "Rağmen" sevgiyi..

"Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni 'Rağmen' türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza olan inancınızdır." Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome.."Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var..Ve kimsede başkasına verecek fazlası yok" diye açıklıyor.. Anlatıyor.."Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir." Peki, bu dünyada sevgi ne kadar var?..Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar..Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi..Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz..Hani nerede?.. Hepsi o..Ve asıl çarpıcı cümle en sonda..

"Dünyadaki en büyük kıtlık, 'rağmen' türü sevginin yeterince olmayışıdır!.."

Peki, siz ne dersiniz?

Pazartesi, Ekim 08, 2007

Bin Aydan Hayırlı Kadir Geceniz Mübarek Olsun!

Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak, bu mübarek gecenin kıymet ve faziletini şöyle beyan etmektedir:

"Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır.. O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar. O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar." (Kadir Suresi)

Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyuruyor:

"Kim Kadir Gecesi'nde inanarak, ihlâs ile o geceyi ibadetle geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır."

Aynı zamanda, bu sene benim güzel kardeşim yani Ayışığı'mın doğum gününe de tekabül eden bu hayırlı geceyi Rabbim en güzel şekilde değerlendirmemizi nasip etsin İnşallah...

Salı, Ekim 02, 2007

Bang Bang (My Baby Shot Me Down)

I was five and he was six
We rode on horses made of sticks
He wore black and I wore white
He would always win the fight

Bang bang, he shot me down
Bang bang, I hit the ground
Bang bang, that awful sound
Bang bang, my baby shot me down.

Seasons came and changed the time
When I grew up, I called him mine
He would always laugh and say
"Remember when we used to play?"

Bang bang, I shot you down
Bang bang, you hit the ground
Bang bang, that awful sound
Bang bang, I used to shoot you down.

Music played, and people sang
Just for me, the church bells rang.

Now he's gone, I don't know why
And till this day, sometimes I cry
He didn't even say goodbye
He didn't take the time to lie.

Bang bang, he shot me down
Bang bang, I hit the ground
Bang bang, that awful sound
Bang bang, my baby shot me down...

----------------

Çok sevdiğim bir soundtrack şarkıdan bahsetmek istiyorum sizlere.

Çok eskilerden, akıllara ziyan güzellikte bir çocukluk aşkı şarkısıdır bu. Yıllar sonra Quentin Tarantino'nun yazıp yönettiği "Kill Bill Volume 1" filmi ile bütünleşen bir soundtrack. Bir şarkı bir filme bu kadar yakışırdı ancak. Sırf bu şarkı için filmi defalarca izleyebilirdim. Tabi birde filmdeki meşhur güzel gelin Uma Thurman için:) Ne harika, ne hüzünlü, ne özel, ne muhteşem şarkıdır o.

Şarkıyı indirmek isterseniz:

http://www.sendspace.com/file/auel71

Yakın bir zamanda, "Hatırla Sevgili" adlı dizideki unutulmaz ''Kanlı Pazar'' sahnesinde de arka fonda çalan nefis parçaydı o. Kimler söylememişti ki bu şarkıyı bugüne kadar: Nancy Sinatra, AjdaPekkan, Cher, David Bowie, François Ozon, Dalida, Mina, Paul Weller, Sheila, Cem Karaca (Apaşlar), Güneri Tecer…

Nancy Sinatra ayrı bir güzel söyler bu şarkıyı, hatta tek geçer bence. İşte size Nancy Sinatra’nın muhteşem güzel yorumu:


Birde bizim Ajda’dan dinlemek isterseniz işte adresi:


http://www.ajdapekkan.us/BangBang.html

ben beş, o altı yaşındaydı.
sopadan yapılma atlara binerdik.
o siyah giyinirdi, ben beyaz...
dövüşü hep o kazanırdı.
bang, bang. vurdu beni.
bang, bang. düştüm yere.
bang, bang. o korkunç ses.
bang, bang. bebeğim vurdu beni.
mevsimler geldi, zaman değişti.
büyüdüğümde ona benimsin dedim
hep güler ve derdi ki,
beraber oynadığımız zamanları hatırla.
bang, bang. vurdum seni.
bang, bang. düştü yere.
bang, bang. o korkunç ses.
bang, bang. alıştım seni vurmaya.
müzik çalar, insanlar şarkı söylerken,
kilisenin çanları benim için çaldı.
artık o yok, neden bilmem.
ve hâlâ arasıra ağlarım.
hoşçakal bile demedi,
yalan söyleyecek vakti bile ayırmadı.
bang, bang. vurdu beni.
bang, bang. düştüm yere.
bang, bang. o korkunç ses.
bang, bang. bebeğim...
vurdu beni.