Çarşamba, Nisan 30, 2008

Salı, Nisan 22, 2008

Hoşgörüye noldu bilen var mı?

Hoşgörü...tam olarak nedir gerçekten biliyor muyuz acaba? Gelin önce kelimenin manasından başlayalım; Müsamaha, tahammül, katlanma, görmezden gelme veya göz yumma anlamlarına gelebilen hoşgörü, aynı zamanda başkalarını eylem ve yargılarında serbest bırakma, kendi görüşümüze ve çoğunluğun görüş biçimine aykırı düşen görüşlere sabırla, hem de yan tutmadan katlanma demektir. Ayrıca ilişkilerin içinde karşılıklı güven duygusu ile birlikte bulunan izin verme, aldırmama, iyi karşılama anlamlarına da gelmektedir.

Hoşgörü, sosyal ilişkilerde bir tarafın, bazen farkında olmadan yani kasıtlı olmayarak, bazen de kasıtla, diğer tarafa (maddi/manevi) zarar verebilecek bir sahne yaratması durumunda, diğer tarafın bunu görmezden gelerek veya cevabından vazgeçerek ödün vererek tahammülünü gösterebilmesi erdemidir!!!


Hoşgörü aslında öteki olana saygı duyabilmektir biraz da, kendin gibi olmayana da yaşama ve yaşatma şansı verebilmektir. İnsanoğlunun en çok ihtiyaç duyduğu, ama pek kolay da bulamadığı şeylerden birisidir. Sevgi ile birebir uyum içerisinde olan bu kavram, insanların bir arada yaşamasını sağlar, ama olmayınca da insanlar hayatı birbirlerine zehir ederler.

Biliyoruz ki, İslam hoşgörü dinidir. Allah Resûlü Mekke'deki müşriklere karşı bu üslupla davranmış, Hudeybiye barışında; hangi din, hangi ırk ve hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme haklarına dokunulamayacağını, ilk kez insanlığın iftihar tablosu âleme duyurmuş; bir yönüyle, birlikte yaşama ve diyalog köprüleri inşa etme tavsiyelerinde bulunmuştur.

İnsanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeden, sadece Allah rızası gözetilerek, Allah'tan korkarak sağlanan adalet gerçek adalettir. Böyle bir adalet hedeflendiğinde, ne şahsi bir menfaat, ne dostluk, ne düşmanlık, ne de kişinin hayata bakış açısı, dili, ırkı, teninin rengi kararlarında etki edemeyecek, sadece ve sadece haktan yana karar verilecektir. Kuran ahlakının yaşandığı toplumlarda gerçek adaletin, gerçek huzurun ve güvenin de yaşanacağı muhakkaktır. Çünkü ancak Allah'tan korkan, hesap gününde tüm yapıp ettikleriyle hesaba çekileceğini bilen bir insan gerçek adaleti sağlayabilir.

Hoşgörüye örnek olarak genelde Mevlana'yı gösteriyoruz öğle değil mi? Onu gerçekten tam manasıyla anlayabilmiş miyiz peki? Buyrun, Mevlana Celaleddin Rumi’nin felsefesine ve onun toplumunun 700 yıl sonraki haline bir bakalım: O gel ne olursan ol yine gel derken, bizler ağzımızdan köpükler saçarak savaş istiyoruz diyoruz öğle değil mi? Birden fazla kültürü/ırkı/dini/dili barındıran ülkemizde çocuklara ahlaki değerler aşılanırken, hoşgörülü olmaları öğütlenir hep. Her grubun özgün bir yaşam tarzı olduğu, onların oldukları gibi kabul edilmesi gerektiği söylenir. Buraya kadar her şey güllük gülistanlıktır; ancak acaba farklı olana saygı aşılanırken "farkların" bu kadar vurgulanması, insanların gruplandırılması "biz" ve "onlar" ayrımını körüklemez mi? Hoşgörünün temelindeki "bütün insanlar kardeştir" düsturu zedelenmez mi? Ancak farklı grupların, düşüncelerin bir arada barınabilmeleri için bu kavramdan yola çıkarak bir yere varabilmeleri mümkündür bence.

Hoşgörü haddini bilmektir, anlayışlı olabilmektir. Sevginin yoludur. Yoksa bananecilik değildir. Çağın getirdiği sorunların, aç gözlülüğün, doyumsuzluluğun, sevgi yoksunluğunun, güvensizliğin çaresi olabilecek bir anlayış tarzıdır. Bunun için de, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, Hz. Mevlana gibi hoşgörü ustalarının peşinden daha fazla gitmek, onları daha fazla anlamaya çalışmak gerekir.

Nitekim tarih bunun ispatıyla doludur. Müslüman Türkler ayak bastıkları her yerde adaletli uygulamalarıyla tanınmışlar, hoşgörülü, barışçıl ve merhametli tavırları nedeniyle fethedilen ülkelerin halkları tarafından dahi sevinçle karşılanmışlardır. Yani anlıycağınız, sadece bizden olanlara değil olmayanlara da hoşgörülü ve müsamahakâr davranmayı bilmişizdir tarih boyu. Bugün ise maalesef böylesine sağlam kökleri olan bir milleti oluşturan fertlerin birbirine karşı davranışları zulüm boyutuna ulaşmış durumda. Bunu görmek gerçekten acı verici. Oysa, yeryüzünde barışın, huzurun ve refahın kaynağı olan bağışlayıcılık, merhamet ve hoşgörü müminlerin ahlakının en önemli parçalarından biri olmalıdır. Bizi birbirimize bağlayan yüzlerce sebep varken küçük farklılıkları bahane ederek, içimizden bazılarını dışlamamız, hor görmemiz, küçük menfaatler için kendimizi kayırmamız ne Türklüğe ne İslam’a sığdırılabilir gibi değil. Hoşgörülü Olmak Çok mu Zor?

Allah, "... affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Nur Suresi, 22) buyurmaktadır.


Peygamberimiz (sav)’in affedici, adil, hoşgörülü, merhametli ve şefkatli tavrı her dönemde kendisini izleyen Müslümanlar için çok güzel bir örnektir. Onun bu tavrı, birçok insanın kalbinin İslam ahlakına ısınmasına ve Peygamberimiz (sav)'e büyük bir içtenlik ve sevgi ile bağlanmalarına vesile olmuştur. Ayrıca uzmanlar hoşgörülü, sabırlı ve bağışlayıcı olmanın ise kalp sağlığını olumlu yönde etkileyebileceğini önemle belirtmektedirler.


Hoşgörü, aslında ara renkleri veya tonları görebilme yeteneği, insanları kategorize etmeme çabasıdır da bir bakıma. Ama kararının da çok iyi tutturulması gerekir, ne az ne çok yani. Çünkü, günümüzde sürekli hoşgörü, suistimallere yol açabiliyor. Yani, hep iyi niyetli yaşamak ve olaylara iyi niyetli yaklaşmak da artık enayilik olarak algılanır olmuş nedense?

Hoşgörü, bazen de tüm söylenenler karşısında sadece susmaktır ki, şimdilerde pek çoklarının yaptığı da bu sanıyorum. Yalnızca olanlar karşısında, zoraki olarak tahammül gösteriyorlar. Adaletin yeryüzünde gerçekten uygulanabilmesi için, insanların adalet uğruna kendi çıkarlarını bir kenara bırakabilecekleri bir ahlaka ihtiyaçları vardır.

Hoşgörü, beşeri münasebetlerin temelidir. Bugün her zamankinden daha fazla hoşgörüye ihtiyacımızın olduğu aşikârdır. Olumsuz birçok davranışın sebebi, yeterince hoşgörülü olamamaktır. Evde, trafikte, sokakta, okulda, işyerinde…kısaca insanın olduğu her yerde, eğer hoşgörü yoksa orada bencillik, anlaşmazlık, güvensizlik, tartışma, kavga olumsuzluk adına her şeyi görebilmek mümkündür.


Herkesin mutlaka bir kusuru olduğu düşünüldüğünde, her türlü ilişkinin temel gereksinimi hoşgörü olmalıdır. Hoşgörü, önemlidir, gereklidir, az bulunur ve çabuk tüketilir:))


Hiç düşündünüz mü? Sürekli hoşgörüp de yitirdiklerimiz ile hoşgörüp de kazandıklarımızı karsılaştırırsak hangisi ağır basar acaba? Ortaya çıkan durumu, farklı açıdan değerlendirip, haklı ve güzel taraflarını ön plana çıkararak olumlu sayabilmek, doğru ve güzeli bulabilmek, bunun da "hoş" olabileceğini kabullenebilmek kolaymıdır ki? Peki yapılana sürekli karşılık beklenirse, bunun adı ''boşgörü'' olmaz mı?

Her insanın içinde potansiyel olarak bulunup, kimileri tarafından hoyratça kullanılan, kimilerinin farkında bile olmadığı bu üstün özellik, iyi niyet yeteneğine sahip kişilere bonus olarak gelen bir bakış akışıdır. Fakat bu bakış açısı genelde bir insan için kullanıldığında, bu bakışa maruz kalan insanın içinde şayet iyi niyet yoksa, hoşgörü bonusuna sahip kişi kesinlikle hayal kırıklıklarıyla karşılaşır. Ne yazık...


Yaradılanı sevelim Yaradan’dan ötürü cümlesini okuduğumuzda ne anlıyoruz? Çok büyük bir cümle bu.


Neden? Evet, gerçekten neden birbirimize karşı bu kadar acımasızız? Hiç mi merhamet yok içimizde? Neden çok basit sebeplerden dolayı kırıyoruz en yakınlarımızı? Neden kendimizi her şeyin üzerinde görüyor ve dünya bizim etrafımızda dönüyormuş gibi davranıyoruz? Bu cesareti kimden alıyoruzki? Yoksa yaptığımız her davranışın biri tarafından izlendiğini de mi düşünemez haldeyiz? Hırs bu kadar mı yüreğimize çökmüş? Neden yüzlerimiz asık? Bırakın selamlaşmayı, hal hatır sorup hemhal olmayı, neden sadece ama sadece bir tebessümü bile esirger olduk birbirimizden?

Anlamıyorum, bu hale nasıl geldik. Konuşmalı, iletişim kurmalıyız birbirimizle. Hoşgörülü olmalıyız. Kabımızdan çıkmalı “birlikte” yaşadığımızın farkına varmalıyız. Birlik olmalıyız. Bunun ilk ve temel şartı da birbirimizi sevmekten ve hayatı paylaştığımız insanlara saygı duymaktan geçiyor. Biraz daha hoşgörü lütfen…
A.K.


Salı, Nisan 01, 2008

Hasbunallahu ve ni'mel vekil

Zaman olur olayların üstesinden gelemezsiniz. Boyunuzu, boynunuzu ve gücünüzü aşar, imkânınızı zorlar, eliniz ayağınız tutulur. Bir yerde çaresiz kalırsınız. Yüzde yüz haklısınız, sonuna kadar doğrusunuz. Bir şeyler yapmak istersiniz, bir karşılık vermeniz gerekir. Melül mahzun bakakalmak içten içe sizi bitirir. Iraklı Fuzûlî'nin yakındığı gibi,


"Dert çok, hemdert yok; düşman kavi, tâlih zebûn."
Derdinizi kime açacaksınız, şikâyetinizi kime ileteceksiniz, hakkınızı kim savunacak, kim alacak?


Ümitsiz, sönük, el avuç ovuşturup bekleyecek misiniz? Yoksa sizden daha güçlü, herkesten daha kuvvetli, herkesin hakkından gelen birisine mi havale etmek gerekiyor?
Bazen çaresiz kaldığınızda, yüzde yüz haklı da olsanız elinizden hiç bir şey gelmez. Haksızlığın karşısında mahzun mahzun bakakalmak içinizi acıtır. Böyle bir durumda yapılacak tek şey var: Derdinizi herkesin hakkından gelen birisine anlatmak. 9 yaşındaki İbrahim Hakkı'nın yaptığı gibi.

İbrahim Hakkı Hazretleri yedi yaşında annesini kaybeder. Dokuz yaşına geldiğinde iyi bir eğitim alması için Tillo'ya götürürler, ilim ve mâna büyüğü İsmail Fakîrullah Hazretlerine teslim ederler. Hocası genç İbrahim Hakkı'nın eline bir testi vererek çeşmeye gönderir. Testiye suyu doldururken bir atlı yanaşır:

- "Çekil bakayım önümden be çocuk!" diye İbrahim Hakkı'yı azarlayarak bir tarafa iter ve atını çeşmeye sürer.

İbrahim Hakkı testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. İbrahim Hakkı testisini yere bırakır, canını kurtarmak zorunda kalır. Bu esnada, at da üzerine basıp, testiyi kırıverir.

Ağlayarak hocasının huzuruna gelir. Hocası:

- "Ne oldu evladım, neden ağlıyorsun?" diye sorar.
- "Efendim, çeşmede su alırken bir atlı geldi, atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya çalışırken testimi de, atına tepeletip kırdı."
- "Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?
- "Hayır" der, "hiçbir şey söylemedim."

Hocası, "Çabuk git ve o adama bir-iki laf söyle" der.

İbrahim Hakkı gider, çeşmenin başında atını tımar etmeye çalışan adamın yanına varır bekler. Fakat bir türlü ağzını açıp da, "Testimi niye kırdın be zâlim adam?" diyemez. Az sonra döner, hocasının huzuruna gelir.

Fakîrullah Hazretleri sorar:

- "Atlıya bir şey söyleyebildin mi?"

İbrahim Hakkı boynunu büker ve yere bakarak, "Söyleyemedim efendim. Bir şeyler demeye niyet ettim, ama bir türlü ağzımı açıp da ağır bir söz sarf edemedim."

Hocası sinirlenir:

- "Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şeyler söyle, karşılık ver, yoksa sonu felâket olur."

İbrahim Hakkı kesin emir almıştır, bu sefer kararlıdır. Çar çabuk çeşmenin başına varır. Bir de ne görsün, testisini kıran adamı, kendi atı attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış. Oracıkta cansız yatmaktadır. Büyük bir korku ve heyecan içinde koşarak gelir, vahim durumu hocasına haber verir. Hocası bu duruma çok üzülür ve şöyle der:

- "Vah vah! Bir testiye bir adam ha! Üzüldüm buna doğrusu!"

Huzurda olanlar söylenenlerden bir şey anlamadıklarını söyleyince, Fakîrullah Hazretleri durumu şöyle açıklar:

- "O atlı adam, İbrahim Hakkı'ya zulmetti. Zulme uğrayan kişi de tek kelimeyle olsun karşılık vermedi ve zâlimi Allah'a havale etti. Yapılan bu zulüm de Allah'ın gayretine dokundu ve zalimi cezalandırdı. Şâyet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip, ona bir şeyler söyleyecek olsaydı, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum durumuna düştü. Ben ise ödeştirmek için uğraştım, maalesef muvaffak olamadım."

Firavun'un zulmüne maruz kalan Kur'ân'ın "mü'min" olarak anlattığı kimse de, Kur'ân lisanıyla kendine zulmedenlere şöyle sesleniyordu:


"Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz ki Allah kullarını hakkıyla görür. Allah o mü'mini onların tuzaklarından korudu. Firavun ehlini ise azabın en kötüsü kuşatıverdi." (Mü'min Sûresi, 44-45.)

Sözün özü; Allah Teala, bize yeter, O ne güzel vekildir. Ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır."