Şebnem Ferah - Sil Baştan | Facebook Video indir | Video izle | Video Seyret | Dinle
Gücün var mı sevgilim
Derin sularda inci tanesi aramaya
Cesaretin kaldıysa
Hala benle aşktan konuşmaya
Söyle canım sevgilim
Hayat bize oyun oynuyor olabilir mi
Yorgun gibi bir halin var
Duyguların karışık olabilir mi
Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak
Sil baştan sevmek gerek bazen
Herşeyi unutmak
Sanki bugün son günmüş gibi
Dolu dolu yaşamak istiyorum ben
Her ne çıkarsa yoluma
Selam verip yürümek istiyorum ben
Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak
Sil baştan sevmek gerek bazen
Her şeyi unutmak
Pazartesi, Kasım 22, 2010
Salı, Kasım 16, 2010
Avucunuzu açmayı denediniz mi?
Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak varmış. Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanırmış. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konurmuş. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklükteymiş. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramazmış. Maymun tatlının kokusunu alır ve yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki, bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülürmüş.
Bizleri de tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken ise elimizi açıp benliğimizi, bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır!
Bu örnekle aşağıdakileri benzeştirirsek; sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmediğimizi düşünebiliriz:
—Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak,
—Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 10–20 kat büyük evlere sahip olmak,
—Belki bir kez giydikten sonra çok uzun sure dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,
—Okumadığımız kitaplara sahip olmak,
—Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,
—Bize günde 3-5 kez zamanı, başkalarına ise sürekli zenginliğimizi gösteren kol saatlerine sahip olmak,
—Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak; tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlık, bir dinlence evine sahip olmak,
—Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol takımı taraftarlığına sahip olmak,
—Oturmadığımız koltuk takımları, izlemediğimiz dev ekran televizyonlar; kullanmadığımız ve faydalanmadığımız daha nelere nelere sahip olmak... Ya da sahip olduğumuzu sanmak...
O maymun gibi; avucumuzda tuttuğumuz sürece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vazgeçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz?
Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz. Ah bunu bir anlayabilsek...
Çarşamba, Kasım 03, 2010
MEVLANA; SU FELSEFESİ...
BİR AN İÇİN SEN SU OLDUĞUNU DÜŞÜN;
Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez… İnanıyorum ki
gerçekten de öylesin.
Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ,
ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın.
Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın. Unutma daha çok bağırdığında
daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!…
Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü ”Su nasılsa burada, gerek
yok ki suyu kana kana içmeye” diye düşünürler… Tıpkı, sesini sürekli
duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiçbir hayvan, ırmağın
gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye dek.
Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için.
Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler. Onlar için en uygun
olan kendi istedikleri zamandı.
Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi
güzel, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama
su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!..
Suysan tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını
söndürme; sana “felaket” denmesin!
Suysan bir bardağa sığabil ki
damarlara girebilesin!... Yaşam ver… Vazgeçilmez ol!
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi gerekli ve su gibi
bitmez tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin
gibi, su gibi de “kıyametler” koparıcı olabileceğini unutma…
Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara
ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yasam verirsin
çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun
seller, afetler gibi.
Tercih elindeydi hep ve hep “senin” ellerinde
olacak… Ya tutmayı öğreneceksin dilini ya da hiç durmadan konuştuğun
için, yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu
zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su değil mi?
Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip
dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini…
Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin… Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın… Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında,
vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini
bildireceğin kişinin ”kıyıya yanaşmasını” bekleyeceksin!...
Demeyeceksin ”Ben canim isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek
zorunda!...” Demeyeceksin ”Ben aklıma geleni geldiği biçimde söylerim.
Karşımdaki de değil duymak değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını
anlamak zorunda…” Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama
maalesef değil…
Ağzını açıp “Şelaleden dökülen suyu” içmeye çalışan bir
tavşan gördün mü hiç?… Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir
selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile
içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi!
Haydi… Sen şimdi ”su olduğunu” düşün ve kendini ”su gibi” hisset… Su gibi
özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı… Su gibi yaşam
kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa…
Ama yine su gibi ”küçük bir bardağın içine” sığdır ki kendini, girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez… İnanıyorum ki
gerçekten de öylesin.
Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ,
ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın.
Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın. Unutma daha çok bağırdığında
daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!…
Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü ”Su nasılsa burada, gerek
yok ki suyu kana kana içmeye” diye düşünürler… Tıpkı, sesini sürekli
duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiçbir hayvan, ırmağın
gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye dek.
Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için.
Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler. Onlar için en uygun
olan kendi istedikleri zamandı.
Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi
güzel, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama
su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!..
Suysan tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını
söndürme; sana “felaket” denmesin!
Suysan bir bardağa sığabil ki
damarlara girebilesin!... Yaşam ver… Vazgeçilmez ol!
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi gerekli ve su gibi
bitmez tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin
gibi, su gibi de “kıyametler” koparıcı olabileceğini unutma…
Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara
ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yasam verirsin
çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun
seller, afetler gibi.
Tercih elindeydi hep ve hep “senin” ellerinde
olacak… Ya tutmayı öğreneceksin dilini ya da hiç durmadan konuştuğun
için, yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu
zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su değil mi?
Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip
dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini…
Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin… Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın… Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında,
vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini
bildireceğin kişinin ”kıyıya yanaşmasını” bekleyeceksin!...
Demeyeceksin ”Ben canim isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek
zorunda!...” Demeyeceksin ”Ben aklıma geleni geldiği biçimde söylerim.
Karşımdaki de değil duymak değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını
anlamak zorunda…” Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama
maalesef değil…
Ağzını açıp “Şelaleden dökülen suyu” içmeye çalışan bir
tavşan gördün mü hiç?… Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir
selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile
içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi!
Haydi… Sen şimdi ”su olduğunu” düşün ve kendini ”su gibi” hisset… Su gibi
özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı… Su gibi yaşam
kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa…
Ama yine su gibi ”küçük bir bardağın içine” sığdır ki kendini, girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Cuma, Haziran 04, 2010
Üzüm
ferhat göçer - üzüm | izlesene.com
Herkesin var bir hikayesi
Gidenleri var kalanları var
Hiç bitmeyen şikayetleri sönenleri var yananları var
Seni ilk gördüğüm
o günden beri adına aşk deyip bağlandım
Hem mutluluğu paylaşmaya hem acılarına ortağım
Sana ait bütünüm senindir özüm
Kimseyi görmüyor inanki gözüm
Asla vazgeçmedim yemin ederim
Arkasındayım hala verdiğim sözün
Aklıma gelince o güzel yüzün
Her yanımı kaplıyor tatlı bir hüzün
Aynı rüzgara vurgun iki yelken
Aynı salkımda ayrı iki üzüm
Perşembe, Nisan 15, 2010
HERŞEY ZAMANINDA GÜZEL...
TAM ZAMANINDA YAŞAMAK
Yemek de boş içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.
Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için.
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.
Tam zamanında okşamalısın başını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.
Tam zamanında koymalısın elini omzuna
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.
Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk.
Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon'da Hasan Ağabey'in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.
Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.
Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.
Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.
Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.
Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.
Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.
Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında âşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.
Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI...
Can YÜCEL
Yemek de boş içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.
Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için.
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.
Tam zamanında okşamalısın başını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.
Tam zamanında koymalısın elini omzuna
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.
Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk.
Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon'da Hasan Ağabey'in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.
Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.
Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.
Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.
Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.
Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.
Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.
Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında âşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.
Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI...
Can YÜCEL
Çarşamba, Şubat 24, 2010
Nerdee keşke yapabilsek...
Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama,
Yarım saat erkene kurulsun saatin.
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin...
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin...
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart,
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine,
Bak güzelim kahvaltının keyfine.
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin..
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile.
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle.
Bir güzel kahve ısmarla kendine,
Seni mutlu eden sesi duymak için "alo "de…
Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık,
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa...
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak.
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa,
Çocuk görürsen yanağından makas al.
Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara.
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor…
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak,
Yüzünde güller açtıracak.
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun...
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun…
Saklama tabakları, bardakları misafire,
Sizden ala misafir mi var bu dünyada,
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil,
Vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi, tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun,
Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun..
Arkadaşım,
hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!
CAN YÜCEL’den
Yarım saat erkene kurulsun saatin.
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin...
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin...
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart,
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine,
Bak güzelim kahvaltının keyfine.
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin..
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile.
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle.
Bir güzel kahve ısmarla kendine,
Seni mutlu eden sesi duymak için "alo "de…
Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık,
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa...
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak.
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa,
Çocuk görürsen yanağından makas al.
Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara.
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor…
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak,
Yüzünde güller açtıracak.
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun...
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun…
Saklama tabakları, bardakları misafire,
Sizden ala misafir mi var bu dünyada,
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil,
Vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi, tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun,
Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun..
Arkadaşım,
hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!
CAN YÜCEL’den
Pazar, Ocak 24, 2010
Dunning-Kruger sendromu
Psikolojide Nobel ödülü alan aşağıdaki çalışmayı okuduğumda çok şaşırdım ve sizlerle de paylaşmak istedim. Okuyunca belki sizlerde benim gibi doğruluğuna katılacaksınız, belki de haklı bulmayacaksınız. Bilemiyorum ama her ne şekilde olursa olsun, ilginç bir çalışma olduğu açık.
Psikologlar Justin Kruger ve David Dunning'in tarihe geçmelerine vesile olan teorileri özetle şu şekildeymiş; "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:
-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
Değerlendirme zaafı:
İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da bulmuşlar. Cornell Üniversitesi'nden 45 öğrenciye bir test yapmışlar ve çeşitli sorular sormuşlar. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istemişler. En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60'ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalarmış, yüzde 70'e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıkmış.
En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70'ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görülmüş. (Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Ig Nobel de kazanmışlar.)
Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır.
Sonuçta, "kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır.
Etrafınıza bir bakın bakalım, uzmanlara hak verecek misiniz ?
Psikologlar Justin Kruger ve David Dunning'in tarihe geçmelerine vesile olan teorileri özetle şu şekildeymiş; "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:
-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
Değerlendirme zaafı:
İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da bulmuşlar. Cornell Üniversitesi'nden 45 öğrenciye bir test yapmışlar ve çeşitli sorular sormuşlar. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istemişler. En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60'ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalarmış, yüzde 70'e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıkmış.
En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70'ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görülmüş. (Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Ig Nobel de kazanmışlar.)
Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır.
Sonuçta, "kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır.
Etrafınıza bir bakın bakalım, uzmanlara hak verecek misiniz ?
Gönül hırsızları
Bu aralar sıklıkla, televizyon programlarında, dizilerde, sinema filmlerinde, komşularımızda, arkadaşlarımızda, mesai arkadaşlarımızda, akrabalarımızda yani aklınıza gelebilecek her yerde her durumda çapkınlık hadisesini duyar olduk nedense? Öyle değil mi? Belki bazılarını çok kızdıracam veya bazılarını da çok güldürecem ama yinede ben genel gözlemlerimi ve tespitlerimi yazmadan duramıycam:)
Hatta bir Murat Göğebakan parçasında:
Ben gönül hırsızıyım güzellere dayanamam,
nerde bir güzel görsem hemen koşar giderim.
Zararsız, kedersizim öyle ki haylazım,
biraz çapkın (uçuk), biraz deli bak şimdi nerdeyim.
Benim için fark etmez nerde sabah orda akşam,
güzelleri görünce hiç de durmaz giderim.
Zararsız, kedersizim öyle ki haylazım,
biraz çapkın (uçuk), biraz deli bak şimdi nerdeyim (kiminleyim).
Erkekler için kullanılan bu kaşarlık tanımı veya bazıları için bir yaşam felsefesi olan çapkınlık veya zamparalık ya da başka her ne isim verirseniz verin, bu kavramları incelerken belki bizi hataya sürükleyen ve tarafsız olmamızı engelleyen önemli bir faktör var. O da ne mi? "toplum" tabi ki. Burada "toplum" kelimesini, din, töre, düzen, yasalar gibi kısıtlayıcı tüm olguların bileşkesi olarak kullanıyorum. Toplumun bakış açısından çapkınlık, onu yıkacak, toplumu yok edecek, toplumun içinde huzursuzluk çıkaracak çok büyük bir tehdittir.
Çapkınlık veya çok eşlilik ya da evlilik dışı ilişkiler vasıtası ile toplumun var olmasını sağlayan ekonomik ve kültürel değerleri kolayca yok edebilirsiniz. Zira insanoğlunun tanıdığı, alışık olduğu, geliştirebildiği tek toplum düzeni, miras ve sahip olma düzenine göre kurulmuştur. Komünist toplumlarda bile sahip olmak kavramının üstesinden gelinememiş, sadece sahibiyetler, halktan yüksek bir mekanizmasının kontrolü altında insanlara dağıtılmamış mıdır? Bu düzen içinde ara sıra bazı isyancılar çıkabilir ki biz onlara, 'çapkın' diyoruz. Sürekli ufak çakallıklar peşinde koşan çapkınlar, toplumun geleceğini, bırakacağı mirasın, sermayenin bütünlüğünü, ona dayatılan kuralları ve ezberleri önemsemeyerek sadece dokunmak istediği bedenlerin çekiciliğini hissederek yaşar. Her yeni bedende yeni bir macera bulmanın heyecanı ile mutlu olur. Aşk ve sevgi kavramları, onların gönlünde, toplumun anlayamayacağı kadar karmaşıktır. Aslında çapkınlık olarak nitelendirilebilen, icra edilmesi zor olan ve her baba yiğidin harcı olmayan bu ünvan ya da bu özellik, zaman içerisinde kendini besleyen bir özelliktir.
Çapkınlıkta, ilk kural âşık olmamaktır. İlk kural bozulduğunda ise, diğer kuralların bir önemi kalmaz. İlle de yapılacaksa, partnerinizden daha güzel, daha alımlı veya daha karizmatik biriyle yapılması, daha mantıklıdır. Geçici aşklar peşinde koşan, her çiçekten bal alıyim, kelebek gibi uçayım arı gibi sokayım, her an karizmayı çizdiririm endişesi taşıyıp bunu ustaca gizleyen bu insan hallerinde; Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler. Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar. Açıkçası onları kadından kadına sürükleyen şey, kararsızlıklarına bir tür romantik özür sağlar, öyle ki birçok duygusal kadın onların gözü dönmüş çapkınlıklarında dokunaklı bir yan bulur.
Kimisi her gönül macerasına aşk adını verir, şıpsevdi olur. Her macerada büyük aşklar yaşar ama ertesi gün başkasına âşık olur. Toplumun koyduğu aşk kurallarına isyankârlığını, sesini yükseltmeden ve toplumun kurallarına karşı çıkmadan, sadece çok fazla 'aşk' yaşayarak gerçekleştirir. Bunlara da ‘kazanova’ diyebiliriz. Kimisi de çapkınlığı mutluluk almak, kurallarla kısıtlanmadan yaşamak için uygular ve çapkınlık yaparken mutluluk vermeyi de düstur edinir. Onlara da ‘donjuan’ denebilir. Donjuan gibi, gönlüne ve bedenine dokunduğu her insanı, mutlu edip, hayal dünyalarına kaçırmayı hedefler. Çünkü beraber olduğu insanın, bedenine dokunduğu insanın mutluluğu onun da mutluluğunu katlayacaktır ki böyle çapkınları da, bütün eski sevgililerinin gülümseyerek hatırlamasından ve isimlerini anarken içten bir ah çekmelerinden tanıyabiliriz.
Bide toplumda şu var tabi; "Eğer erkek çapkınlık yapmıyorsa, 2 sebebi olabilir ya beceriksizdir, ya da kendine olan güveni yoktur." (Anonim) Özellikle bazı Türk erkekleri, bu sıfata sahip olduğunu zaman zaman veya çeşitli ortamlarda ortaya koymaya çalışır. Ama bu iddia doğrudan dile getirilmez her zaman. Dolaylı olarak verilir "ben çapkınım" mesajı. Bir takım olaylar vb. anlatılır ve insanların o kişinin çapkın olduğu çıkarımını kendi kendilerine yapmaları beklenir. Genel taktik budur bu konuda. Bu arada hanımlar size tavsiyem, özel bir insan arıyorsanız, dolaylı olarak "ben çapkınım" mesajı veren erkeklerden köşe bucak kaçının:)
Ayrıca şunu da hatırlamak lazım ki, biz ne kadar bizlerin kurallarına uymadıkları ve bize yasaklanmış hayatları yaşadıkları için çapkınları yerip onları hor görüyorsak, onları yoz ve terbiyesiz olarak tanımlıyorsak, çapkınlar da sadakat ezberleri okuyup, yaklaşan sevgililer gününde tek taş yüzükler almak için koyun gibi sıralara giren bizleri de o kadar cahil ve harcanmış hayatlar olarak görmektedirler bilesiniz:)
A.KÜÇÜK
Hatta bir Murat Göğebakan parçasında:
Ben gönül hırsızıyım güzellere dayanamam,
nerde bir güzel görsem hemen koşar giderim.
Zararsız, kedersizim öyle ki haylazım,
biraz çapkın (uçuk), biraz deli bak şimdi nerdeyim.
Benim için fark etmez nerde sabah orda akşam,
güzelleri görünce hiç de durmaz giderim.
Zararsız, kedersizim öyle ki haylazım,
biraz çapkın (uçuk), biraz deli bak şimdi nerdeyim (kiminleyim).
Erkekler için kullanılan bu kaşarlık tanımı veya bazıları için bir yaşam felsefesi olan çapkınlık veya zamparalık ya da başka her ne isim verirseniz verin, bu kavramları incelerken belki bizi hataya sürükleyen ve tarafsız olmamızı engelleyen önemli bir faktör var. O da ne mi? "toplum" tabi ki. Burada "toplum" kelimesini, din, töre, düzen, yasalar gibi kısıtlayıcı tüm olguların bileşkesi olarak kullanıyorum. Toplumun bakış açısından çapkınlık, onu yıkacak, toplumu yok edecek, toplumun içinde huzursuzluk çıkaracak çok büyük bir tehdittir.
Çapkınlık veya çok eşlilik ya da evlilik dışı ilişkiler vasıtası ile toplumun var olmasını sağlayan ekonomik ve kültürel değerleri kolayca yok edebilirsiniz. Zira insanoğlunun tanıdığı, alışık olduğu, geliştirebildiği tek toplum düzeni, miras ve sahip olma düzenine göre kurulmuştur. Komünist toplumlarda bile sahip olmak kavramının üstesinden gelinememiş, sadece sahibiyetler, halktan yüksek bir mekanizmasının kontrolü altında insanlara dağıtılmamış mıdır? Bu düzen içinde ara sıra bazı isyancılar çıkabilir ki biz onlara, 'çapkın' diyoruz. Sürekli ufak çakallıklar peşinde koşan çapkınlar, toplumun geleceğini, bırakacağı mirasın, sermayenin bütünlüğünü, ona dayatılan kuralları ve ezberleri önemsemeyerek sadece dokunmak istediği bedenlerin çekiciliğini hissederek yaşar. Her yeni bedende yeni bir macera bulmanın heyecanı ile mutlu olur. Aşk ve sevgi kavramları, onların gönlünde, toplumun anlayamayacağı kadar karmaşıktır. Aslında çapkınlık olarak nitelendirilebilen, icra edilmesi zor olan ve her baba yiğidin harcı olmayan bu ünvan ya da bu özellik, zaman içerisinde kendini besleyen bir özelliktir.
Çapkınlıkta, ilk kural âşık olmamaktır. İlk kural bozulduğunda ise, diğer kuralların bir önemi kalmaz. İlle de yapılacaksa, partnerinizden daha güzel, daha alımlı veya daha karizmatik biriyle yapılması, daha mantıklıdır. Geçici aşklar peşinde koşan, her çiçekten bal alıyim, kelebek gibi uçayım arı gibi sokayım, her an karizmayı çizdiririm endişesi taşıyıp bunu ustaca gizleyen bu insan hallerinde; Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler. Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar. Açıkçası onları kadından kadına sürükleyen şey, kararsızlıklarına bir tür romantik özür sağlar, öyle ki birçok duygusal kadın onların gözü dönmüş çapkınlıklarında dokunaklı bir yan bulur.
Kimisi her gönül macerasına aşk adını verir, şıpsevdi olur. Her macerada büyük aşklar yaşar ama ertesi gün başkasına âşık olur. Toplumun koyduğu aşk kurallarına isyankârlığını, sesini yükseltmeden ve toplumun kurallarına karşı çıkmadan, sadece çok fazla 'aşk' yaşayarak gerçekleştirir. Bunlara da ‘kazanova’ diyebiliriz. Kimisi de çapkınlığı mutluluk almak, kurallarla kısıtlanmadan yaşamak için uygular ve çapkınlık yaparken mutluluk vermeyi de düstur edinir. Onlara da ‘donjuan’ denebilir. Donjuan gibi, gönlüne ve bedenine dokunduğu her insanı, mutlu edip, hayal dünyalarına kaçırmayı hedefler. Çünkü beraber olduğu insanın, bedenine dokunduğu insanın mutluluğu onun da mutluluğunu katlayacaktır ki böyle çapkınları da, bütün eski sevgililerinin gülümseyerek hatırlamasından ve isimlerini anarken içten bir ah çekmelerinden tanıyabiliriz.
Bide toplumda şu var tabi; "Eğer erkek çapkınlık yapmıyorsa, 2 sebebi olabilir ya beceriksizdir, ya da kendine olan güveni yoktur." (Anonim) Özellikle bazı Türk erkekleri, bu sıfata sahip olduğunu zaman zaman veya çeşitli ortamlarda ortaya koymaya çalışır. Ama bu iddia doğrudan dile getirilmez her zaman. Dolaylı olarak verilir "ben çapkınım" mesajı. Bir takım olaylar vb. anlatılır ve insanların o kişinin çapkın olduğu çıkarımını kendi kendilerine yapmaları beklenir. Genel taktik budur bu konuda. Bu arada hanımlar size tavsiyem, özel bir insan arıyorsanız, dolaylı olarak "ben çapkınım" mesajı veren erkeklerden köşe bucak kaçının:)
Ayrıca şunu da hatırlamak lazım ki, biz ne kadar bizlerin kurallarına uymadıkları ve bize yasaklanmış hayatları yaşadıkları için çapkınları yerip onları hor görüyorsak, onları yoz ve terbiyesiz olarak tanımlıyorsak, çapkınlar da sadakat ezberleri okuyup, yaklaşan sevgililer gününde tek taş yüzükler almak için koyun gibi sıralara giren bizleri de o kadar cahil ve harcanmış hayatlar olarak görmektedirler bilesiniz:)
A.KÜÇÜK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)