Çarşamba, Kasım 03, 2010

MEVLANA; SU FELSEFESİ...

BİR AN İÇİN SEN SU OLDUĞUNU DÜŞÜN;

Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez… İnanıyorum ki
gerçekten de öylesin.
Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ,
ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın.
Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın. Unutma daha çok bağırdığında
daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!…
Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü ”Su nasılsa burada, gerek
yok ki suyu kana kana içmeye” diye düşünürler… Tıpkı, sesini sürekli
duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiçbir hayvan, ırmağın
gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye dek.
Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için.
Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler. Onlar için en uygun
olan kendi istedikleri zamandı.
Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi
güzel, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama
su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!..
Suysan tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını
söndürme; sana “felaket” denmesin!
Suysan bir bardağa sığabil ki
damarlara girebilesin!... Yaşam ver… Vazgeçilmez ol!
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi gerekli ve su gibi
bitmez tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin
gibi, su gibi de “kıyametler” koparıcı olabileceğini unutma…
Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara
ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yasam verirsin
çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun
seller, afetler gibi.
Tercih elindeydi hep ve hep “senin” ellerinde
olacak… Ya tutmayı öğreneceksin dilini ya da hiç durmadan konuştuğun
için, yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu
zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su değil mi?
Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip
dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini…
Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin… Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın… Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında,
vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini
bildireceğin kişinin ”kıyıya yanaşmasını” bekleyeceksin!...
Demeyeceksin ”Ben canim isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek
zorunda!...” Demeyeceksin ”Ben aklıma geleni geldiği biçimde söylerim.
Karşımdaki de değil duymak değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını
anlamak zorunda…” Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama
maalesef değil…
Ağzını açıp “Şelaleden dökülen suyu” içmeye çalışan bir
tavşan gördün mü hiç?… Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir
selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile
içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi!
Haydi… Sen şimdi ”su olduğunu” düşün ve kendini ”su gibi” hisset… Su gibi
özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı… Su gibi yaşam
kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa…
Ama yine su gibi ”küçük bir bardağın içine” sığdır ki kendini, girebilmeyi öğren insanların damarlarına.

1 yorum:

Hamiyet Carbas dedi ki...

Muhtesem, tabi anlayana, anlayip da uygulayabilene. O zaman bu kücük dilimiz onca yüregi yaralamadan, bir kusun insana yasam sevinci veren civiltisi, bir derenin dinlendirici akisi, bir kavagin hayallere daldiran hisirtisi......... olabilir.
Sevgilerle.