Şebnem Ferah - Sil Baştan | Facebook Video indir | Video izle | Video Seyret | Dinle
Gücün var mı sevgilim
Derin sularda inci tanesi aramaya
Cesaretin kaldıysa
Hala benle aşktan konuşmaya
Söyle canım sevgilim
Hayat bize oyun oynuyor olabilir mi
Yorgun gibi bir halin var
Duyguların karışık olabilir mi
Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak
Sil baştan sevmek gerek bazen
Herşeyi unutmak
Sanki bugün son günmüş gibi
Dolu dolu yaşamak istiyorum ben
Her ne çıkarsa yoluma
Selam verip yürümek istiyorum ben
Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak
Sil baştan sevmek gerek bazen
Her şeyi unutmak
Pazartesi, Kasım 22, 2010
Salı, Kasım 16, 2010
Avucunuzu açmayı denediniz mi?
Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak varmış. Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanırmış. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konurmuş. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklükteymiş. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramazmış. Maymun tatlının kokusunu alır ve yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki, bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülürmüş.
Bizleri de tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken ise elimizi açıp benliğimizi, bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır!
Bu örnekle aşağıdakileri benzeştirirsek; sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmediğimizi düşünebiliriz:
—Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak,
—Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 10–20 kat büyük evlere sahip olmak,
—Belki bir kez giydikten sonra çok uzun sure dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,
—Okumadığımız kitaplara sahip olmak,
—Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,
—Bize günde 3-5 kez zamanı, başkalarına ise sürekli zenginliğimizi gösteren kol saatlerine sahip olmak,
—Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak; tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlık, bir dinlence evine sahip olmak,
—Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol takımı taraftarlığına sahip olmak,
—Oturmadığımız koltuk takımları, izlemediğimiz dev ekran televizyonlar; kullanmadığımız ve faydalanmadığımız daha nelere nelere sahip olmak... Ya da sahip olduğumuzu sanmak...
O maymun gibi; avucumuzda tuttuğumuz sürece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vazgeçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz?
Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz. Ah bunu bir anlayabilsek...
Çarşamba, Kasım 03, 2010
MEVLANA; SU FELSEFESİ...
BİR AN İÇİN SEN SU OLDUĞUNU DÜŞÜN;
Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez… İnanıyorum ki
gerçekten de öylesin.
Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ,
ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın.
Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın. Unutma daha çok bağırdığında
daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!…
Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü ”Su nasılsa burada, gerek
yok ki suyu kana kana içmeye” diye düşünürler… Tıpkı, sesini sürekli
duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiçbir hayvan, ırmağın
gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye dek.
Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için.
Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler. Onlar için en uygun
olan kendi istedikleri zamandı.
Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi
güzel, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama
su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!..
Suysan tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını
söndürme; sana “felaket” denmesin!
Suysan bir bardağa sığabil ki
damarlara girebilesin!... Yaşam ver… Vazgeçilmez ol!
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi gerekli ve su gibi
bitmez tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin
gibi, su gibi de “kıyametler” koparıcı olabileceğini unutma…
Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara
ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yasam verirsin
çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun
seller, afetler gibi.
Tercih elindeydi hep ve hep “senin” ellerinde
olacak… Ya tutmayı öğreneceksin dilini ya da hiç durmadan konuştuğun
için, yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu
zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su değil mi?
Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip
dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini…
Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin… Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın… Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında,
vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini
bildireceğin kişinin ”kıyıya yanaşmasını” bekleyeceksin!...
Demeyeceksin ”Ben canim isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek
zorunda!...” Demeyeceksin ”Ben aklıma geleni geldiği biçimde söylerim.
Karşımdaki de değil duymak değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını
anlamak zorunda…” Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama
maalesef değil…
Ağzını açıp “Şelaleden dökülen suyu” içmeye çalışan bir
tavşan gördün mü hiç?… Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir
selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile
içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi!
Haydi… Sen şimdi ”su olduğunu” düşün ve kendini ”su gibi” hisset… Su gibi
özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı… Su gibi yaşam
kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa…
Ama yine su gibi ”küçük bir bardağın içine” sığdır ki kendini, girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez… İnanıyorum ki
gerçekten de öylesin.
Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ,
ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın.
Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın. Unutma daha çok bağırdığında
daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!…
Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü ”Su nasılsa burada, gerek
yok ki suyu kana kana içmeye” diye düşünürler… Tıpkı, sesini sürekli
duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiçbir hayvan, ırmağın
gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye dek.
Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için.
Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler. Onlar için en uygun
olan kendi istedikleri zamandı.
Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi
güzel, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama
su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!..
Suysan tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını
söndürme; sana “felaket” denmesin!
Suysan bir bardağa sığabil ki
damarlara girebilesin!... Yaşam ver… Vazgeçilmez ol!
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi gerekli ve su gibi
bitmez tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin
gibi, su gibi de “kıyametler” koparıcı olabileceğini unutma…
Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara
ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yasam verirsin
çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun
seller, afetler gibi.
Tercih elindeydi hep ve hep “senin” ellerinde
olacak… Ya tutmayı öğreneceksin dilini ya da hiç durmadan konuştuğun
için, yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu
zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su değil mi?
Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip
dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini…
Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin… Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın… Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında,
vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini
bildireceğin kişinin ”kıyıya yanaşmasını” bekleyeceksin!...
Demeyeceksin ”Ben canim isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek
zorunda!...” Demeyeceksin ”Ben aklıma geleni geldiği biçimde söylerim.
Karşımdaki de değil duymak değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını
anlamak zorunda…” Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama
maalesef değil…
Ağzını açıp “Şelaleden dökülen suyu” içmeye çalışan bir
tavşan gördün mü hiç?… Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir
selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile
içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi!
Haydi… Sen şimdi ”su olduğunu” düşün ve kendini ”su gibi” hisset… Su gibi
özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı… Su gibi yaşam
kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa…
Ama yine su gibi ”küçük bir bardağın içine” sığdır ki kendini, girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)