Pazartesi, Nisan 30, 2007

Ich Liebe Dich Susan;

Sizlere tam 25 yıllık güzel bir sevgi ve dostluk hikâyesinden bahsetmek istiyorum. Bundan tam 25 yıl önce, iki uzak ülkede yaşayan iki küçük ve yaşıt kız çocuğu birbirlerini hiç tanımadan ve görmeden, sadece mektupları aracılığı ile tanışıp arkadaşlık kurmaya başlamışlar. Ne farklı bir dil, ne farklı bir din, ne farklı bir ülke ve ne de faklı bir kültürden olmaları arkadaşlıklarının devam etmesine engel olamamış kızların. Enteresan bir şekilde ikisi de hiç vazgeçmemişler birbirlerine yazmaktan. Anlıycağınız ikisi de vefalı birer dost kazanmışlar zaman içerisinde. Bu güzel arkadaşlık, mektuplar, resimler ve minik hediyeler aracılığı ile bunca yıl devam etmiş ve inanın hâlâ daha devam etmekteymiş…

Aradan geçen yıllar boyunca, neler olmamış ki; ortaokulu bitirmişler, liseyi bitirmişler yani birlikte büyümüşler sizin anlıycağınız. Biri işe girmiş bir fabrikada, sonrada evden ayrılmış ülkesindeki diğer tüm gençler gibi. Çünkü Avrupa’daki aile yapısı genelde böyleymiş. Diğeri de üniversiteye başlamış, mezun olmuş ve sonra da işe girmiş. Ne iktidarlar gelmiş geçmiş, ne cumhurbaşkanları değişmiş iki ayrı ülkede, Berlin Duvarı yıkılmış, iki ayrı Almanya birleşmiş, bir sürü sosyal, ekonomik ve kültürel olaylar olmuş iki ülkenin tarihinde. Bunların hepsini birer birer paylaşmış bu iki eski dost. Tabi bu arada yaşantılarındaki özel olayları ve değişiklikleri de. Birisi evlenmiş fiziksel özürlü bir adamla, mutlu olmaya çalışmış ve olmuşta. Çok güzel şiirler yazmış aynı zamanda, ama sonraları çocuklarının olamayışına üzülmüş, işsiz kalmış zaman zaman, devletinin ona bağladığı işsizlik maaşıyla geçinmiş, ama yine de direnmiş, hiç kaybetmemiş yaşama gücünü. Çok zorluklar çekmiş anlıycağınız. Diğeri de ailesiyle birlikte mutlu ve mesut aynı evde yaşamış hep, hem de işini yapmış bir yandan da ve sonra da işinde ilerlemiş. Oda kendince bir sürü zorluklarla karşılaşmış hayatında, tabiî ki tüm insanlar gibi. Bu arada ikisi de sevdiklerini kaybetmiş, biri babasının acısını yaşamış önce ve çok üzülmüş. Sonra canından çok sevdiği iki güzel harika insanı yani kardeşlerini kaybetmiş ve yıkılmış. Daha sonra yıllarca yaşadığı şehirden kalkıp, çok uzak başka bir şehre taşınmış, biricik küçük kardeşinin yanına. Sonra tekrar ayağa kalkmış, toparlanmaya çalışmış, hayata yeniden tutunmaya başlamış ve başarmışta kendince. Sonra da diğeri babasını kaybetmiş ve oda çok üzülmüş. Birbirlerine destek olmaya çalışmışlar binlerce kilometre ötelerden ve yazmayı hiç kesmemişler bıkmadan, kesintiye uğramadan. Bu arada mektuplar yaklaşık son on senede, gelişen teknolojiyle birlikte elektronik postaya dönüşmüş tabiî ki:) Doğum günleri, bayramlar ve özel günler hep hatırlanmış. Her mektubun sonuna bir gün mutlaka karşılaşacağız, yeterince param olunca ilk fırsatta seni görmeye geleceğim ve seni bulacağımı kondurmuşlar, bıkmadan usanmadan. Ta ki geçen seneye kadar.

Geçen sene, Almanya’da yaşayan Susan, Türkiye’de yaşayan Aysel’e seneye baharda Türkiye’ye geleceği müjdesini vermiş, ilk telefon konuşmalarını yaptıklarında. İlk defa birbirlerinin seslerini duymuşlar, mutlu olmuşlar ve çok heyecanlanmışlar. Ona ilk öğrendiği Türkçe kelimeyi söylemiş Susan: dostluk yani friendship demiş…Aysel iple çekmiş bahar 2007’yi. Susan haber vermiş geçenlerde Aysel’e; eşi Peter’le birlikte 3–4 günlüğüne bir tur şirketiyle anlaşarak, hayatında ilk defa bir uçak yolculuğu yapacağını ve nihayet 27 Nisan’da İstanbul’da olacağını söylemiş. Aysel çok sevinmiş bu habere ve çok mutlu olmuş, çok da heyecanlanmış aynı zamanda. Evet, sonunda büyük gün gelmiş çatmış!

Hayatımın en güzel cumartesilerinden birini yaşadım 28 Nisan’da. Cumartesi sabahı için önceden telefonda Susan’la anlaşmıştık. Sabah onları kaldıkları otelden almaya Fıroşumla gittiğimde, beni kapıda arayan gözlerle beklerken buldum Susan’ı. Çok yoğun bir cumartesi trafiği yüzünden onları epeyce beklettiğimiz için üzülmüş ve mahçup olmuştuk. Ama o ilk karşılaşmamız ve kucaklaşmamız görülmeye değerdi inanın. 'Willkommen sie Susan' diyerek ona yaklaştım. Elimde ona aldığım bir gül vardı ve dakikalarca sarıldık, gözlerimiz doldu ve çok duygulu anlar yaşadık. Lobi de elektronik tekerlekli sandalyesinin içerisinde gülümseyen güzel gözlerle bize bakan ve İngilizce bilmeyen Peter’la karşılaştık sonra, tabiki Susan’ın tercümesiyle ancak anlaşabildik onunla. Biraz sohbet ettikten sonra, Türk yemeği yemeğe gittik. Sonra da çok metini duydukları, hep görmek istedikleri ve yalnız başlarına gelme cesaretini gösterdikleri İstanbul’da bir güzel gezdik. O kadar eğlendik, hoşça vakit geçirdik ki anlatamam. Harika sohbetler eşliğinde, onların da zevk aldıkları muhteşem bir boğaz turu yaptık. Peter’ın her konuda olduğu gibi, fotoğraf çekmek konusundaki çok azimli ve istekli hali bizi çok şaşırttı. Bu iki hayat dolu güzel insan, şaşırtıcı bir biçimde, birbirlerine o kadar güzel bir sevgiyle bağlanmıştı ki…Doğuştan fiziksel özürlü olan Peter’ın yardımsız her işini kendisinin yapabilme becerisi, yaşama azmi, gayreti ve neşesi ve hiçbir komplekse kapılmadan, insanlar ne der diye aldırış etmeden Susan’la birlikte ortak bir hayatı paylaşmaları, biz dâhil pek çok insana örnek olacak cinstendi inanın.

En güzeli de, 1982 yılında benim ona süslü püslü bir çocuk özeniyle yazdığım ve onunda değer verip sakladığı ilk mektubumu çantasından çıkarıp bana göstermesiydi. Allah’ım neler yazmışım, nasılda süslemişim:) Çok şirindi, nasıl etkilendim, nasıl duygulandım anlatamam. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Benim için hediyelerin en harikası buydu işte, kaç kişiye nasip olurdu ki bunu görmek, bi düşünsenize! Hepsini olmasa bile, ilk mektubumun yanında birkaçını da saklamıştı benim kendi güzel ve kalbi güzel dostum Susan. Bana değer verdiğini gösteren bu davranışının beni çok mahçup edip, utandırdığını söyledim ona, çünkü ben onun bana yazdığı mektuplarını saklayamamıştım.

Epey bir nostalji yaşadıktan sonra, Türk çayı eşliğinde, Fırat ile Susan’ın yaptıkları futbol muhabbeti de çok eğlenceliydi. Artık onlarda Fırat’a Fıroş demeye başlamışlardı bile. Susan biz Türkler hakkında şaşırtıcı bir biçimde bizim onlar hakkında bildiklerimizden çok fazla şey biliyordu. Otelde kaldıkları ilk gecenin sabahında, hayatında ilk kez duyduğu ezan sesiyle uyandıklarını ve müslümanları ibadete çağıran bu sesi duydukları andaki şaşkınlıklarını anlattı bana. Birde Sultanahmet Camii’ni gezmek için, içine girmek istediğimizde, Susan’ın çantasından bir eşarp çıkartıp alelacele başına bağlaması, beni o kadar etkiledi ki anlatamam. Niçin bunca yıl onu bu kadar sevdiğimi ve bağlandığımı bir kere daha anladım.

Bizim Türk aile yapımıza ve geleneklere bağlılığımıza özellikle hayran olduğunu öğrendim Susan’dan. Ve bir kez daha gurur duydum Türk ve Müslüman olmaktan. Türk kahvesini ilk kez deneyen Susan’a yalancıktan baktığım kahve falı da çok komikti, çok güldük:) Kısacası, vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık. Koca 25 yıl, birkaç harika saat içine nasıl sığabilirdi ki?

Akşamüzeri karşıya geri dönüp, onları otellerine bıraktık. Ayrılırken ki halimiz de görülmeye değerdi doğrusu. Hiç ayrılmak istemedik. Ondan ilk fırsatta daha uzun süreliğine Türkiye’ye gelme sözünü de aldım. Oda beni en kısa zamanda Almanya’ya beklediğini söyledi. Çok duygulu bir vedalaşma yaşadık Susan’la. Bizi otelin kapısına kadar uğurlayan çok sevimli ikiliydiler onlar!

Peki, insanlar birbirini hiç görmeden bunca yıl arkadaşlıklarını sürdürebilir miydi? Bu arkadaşlık, yıllar boyunca dostluğa, sırdaşlığa ve kardeşliğe dönüşebilir miydi? Cevabı, kesinlikle evet.

Ben çok şanslıyım galiba da haberim yok, diye geçirdim içimden ve bir kez daha şükrettim bana bahşettiği her şey için Allah’a. İşte böylesi bir sevgi hikâyesi benimkisi ve sizinle de paylaşmak istedim.
Dostluğun ve sevginin kıymetini her zaman bilmemiz dileğiyle…

A.Küçük

Salı, Nisan 17, 2007

Hey gidi Kastel Konağı

Trabzon’un Sürmene ilçesi Kastel köyünde, 1856’da Hacı Yakupoğlu Memiş Ağa tarafından yaptırılmış olan Kastel Konağı, yani namı değer Memiş Ağa Konağı’ndan bahsetmek istiyorum.

2000 başında restore edilen konak, günümüzde boş halde durmaktadır. Gönlümüzden geçen, bu değerli konağın adına, ihtişamına ve geçmişine uygun şekilde yaşatılmasıdır. El sanatlarıyla ünlü Sürmene'nin kıyıda köşede kalmış kültür varlıkları derlenerek konakta sergilenebilir. Açık hava müzelerinde olduğu gibi, bir aile görevlendirilerek geleneklere uygun şekilde konak içinde yaşamaları sağlanabilir. Böylelikle ziyaretçiler ocakta yemek kaynatıldığını, sofrada yufka açıldığını görebilir, konağa gelen bir misafir gibi ağırlanabilirler. Konağın bahçesi ise şemsiyeler altında insanların oturduğu, esintili bir çay bahçesine dönüştürülebilir. Uygun bir düzenlemeyle bıçak, keşan, fındık, çay, peynir, mısır ekmeği gibi Sürmene'ye özgü ürünler de bir köşede satılabilir.

Sürmene'nin 4 km kadar doğusunda, Balıklı mevkiinde ki burası anneannemin köyü olan Kastel köyüdür. Sağda, yol üstünde geniş saçaklarıyla uçmaya hazırlanan kartala benzeyen güzel bir konakla karşılaşılır ki, işte bu konak Hacı Yakupoğlu Memiş Ağa Konağı dır. Çocukluğumuzdan beri hemen hemen her yaz gittiğimiz, her seferinde gezmekten büyük bir haz aldığımız, önünde bir sürü resimler çektirdiğimiz bir yerdir burası. Neredeyse hiç ziyaret etmeden dönmediğimiz, bahçesinde mezarı bulunan ve torunu olmaktan gurur duyduğum büyük büyük dedemiz Memiş Ağa’ya bir fatiha okumadan da geçmediğimiz, tarih kokan ve eskileri hatırlatan bir mekândır bizim için.

Arkasını küçük bir ormana veren, yüksek bir yamaçtaki Memiş Ağa Konağı denize yönelik olup, Trabzon’a gelen birçok araştırmacının ilgisini çekmiştir. Memiş Ağa konağı, dış görünüşüyle güçlü ve güven verici bir yönetici binası olduğunu gösterir özellikler taşır. Ancak Memiş Ağa konağı taş duvarları, yerden iyice yükseltilmiş üst yaşama katı ve konumu ile hem "kale ev" hem de bir yönetim binası niteliğindedir. Bu görüş, Memiş Ağa'nın çeşitli yöneticilerle burada toplantılar yaptığını, emirlerini buradan verdiğini, hatta zemin katta bulunan zindanda da cezalandırılmış kişilerin tutulduğu yönünde anlatılanlarla da doğrulanır. İki katlı kargir evin birinci katı muntazam yontma taştan duvarları işlenmiş, dışa çok fazla sarkan saçakların yardımıyla cepheler yağmurdan korunmuştur. Bölge taş ve özellikle ahşap işçiliği ile ünlü olduğundan, kapı kanatları ve tavanlar ahşap işçiliğinin en mükemmel örneklerini sergiler. Zengin bir ağaç işi bezemesine sahip olan konağın kapı kanatları, pencere parmaklıkları görülmeye değer güzelliktedir. Özellikle sofanın tavanı, oda kapıları, selamlığı, döner tavanı Trabzon yöresindeki en gelişmiş ve ince oyulmuş ağaç işçiliğini göstermektedir. Buradaki geometrik ve bitkisel kompozisyonlar karışarak oldukça ilginç bir görüntü vermiştir.

Konaktaki asıl yaşam birinci katta olup, buraya üzeri kapaklı düz bir merdivenle çıkılmaktadır. Kuzeydeki sofanın sağ ve solundaki odalar selamlığa, güneydeki iki oda ise hareme aittir. 18 yy.da yapıldığı sanılan binanın üst katındaki batı odasının ortasında bir mil etrafında dönebilen bir parça vardır ki: bu vantilatör ve rüzgârgülü vazifesini görmektedir. Yani tavanın tam ortasında, çevresiyle aynı süslere sahip yaklaşık 35 cm lik yuvarlak bu bölüm, çatı dışına çıkan ve rüzgârla dönen bu mil sayesinde hareket edebilmektedir. Tavanın bu özelliğinden dolayı konağa halk arasında ''Döner tavanlı konak'' ismi de verilmiştir. Yörede hüküm süren ve etkili olan bir ağa evinin tüm özelliklerine sahiptir aynı zamanda. Konak, büyük ve farklı görünüşüne karşın, Sürmene köy evlerinin yapı ve plan geleneklerine de uyar. Tek farkı, oda ve mekânlarının iki kata paylaştırılmış olmasıdır.


Zemin katta ise aşhane bölümü diye isimlendirilen mutfak, kiler ve kemerli ocakları yer almıştır. Konağın zemin katta üç kapısı bulunmaktadır. Bunlardan ikisi doğu ve batı cephelerinde karşılıklı olarak açılmış, biri de kuzey cephesinde, denize bakan yöndedir. Karşılıklı kapılardan girildiğinde birer küçük giriş mekânından sonra, zemin katın güney yarısını kaplayan aşhaneye geçilir. Aşhane, sıkıştırılmış toprak zeminli, büyük bir mekândır. Güney yönünde bir kemerle geçilen, yüksek ve geniş bacalı bir "ocaklık" yer alır. Yukarıdan sarkan kalın bir zincir, belli ki zamanında nice büyük yemek kazanlarını taşımıştır. Aşhanenin her iki yanında, küçük odalar da yerleştirilmiştir. Bunlar, hizmetçi ve görevli odaları diye tariflenir. Zemin katın kuzey tarafındaysa, atlar için ahır ve bu işleve yardımcı nitelikte odalar konumlanmıştır. Buraya giriş kuzey kapıdandır. Konağın üst katına, doğu kapısından girer girmez yükselen dik merdivenle ulaşılır. Merdivenin üst başına çok süslü bir korkuluk ve baba direği yerleştirilmiştir. Üst döşemede merdiveni kapatarak alt katla ilişkiyi kesen bir de kapak vardır. Burası, 36 m2 ölçüsünde, oldukça geniş ve aydınlık bir sofadır. Denize bakan pencereleri ve yüksek tavanıyla belli ki burada kalabalık toplantılar yapılmıştır. Kuzey doğu ve kuzey batı köşelerinde özenle yapılmış ve süslenmiş iki oda yer alır. Bunlardan batıdaki "başoda", önemli konukların ağırlandığı, sohbetlerin yapıldığı bir tür konuk odasıdır. Oymalı taş şömine yaşmağı, şöminenin her iki yanında oyma süslerle bezeli taş dolap ve gözler, duvarların tavana yakın bölümündeki renkli resimler ve nihayet tavanda geometrik bölümlenmeler içine yerleştirilmiş boyalı ahşap kabartma süsler, ev sahibinin gücünü ve özenini ortaya koymuştur. Başoda'nın güney bitişiğine, sofadan bir kapıyla girilen el yıkama yeri ve tuvalet yerleştirilmiştir. Güney doğu köşedeki oda ise daha sade süslerle bezenmiştir. Süslemeler tavanda ve renkli resimler şeklinde duvardadır. Bu odada kadınların toplandığı düşünülebilir. Sofanın güney duvarındaysa üç kapı görülür. Bunlardan ortada olan, güney yönünde uzanan bir koridora açılır. Diğer iki kapı ise sofadan geçilen ve bu koridorun her iki tarafına rastlayan odalara açılmaktadır. Sekileri, şömine ve dolaplarıyla hem gündüz hem de gece yaşantısına hizmet edebilirler. Ancak, ikişer küçük pencereleriyle oldukça karanlık olan bu odalar, daha çok kışın ve yatmak için kullanıldıkları izlenimi verirler. Koridorun güneye ucu, doğu batı yönünde daha kısa bir koridorla (T) şeklinde kesilmiştir. Kısa koridorun doğu ve batı ucuna birer oda daha yerleştirilmiştir. Her iki odada da, ikisi güneye açılan üçer pencere vardır. İçeriye dolan güney ışığıyla daha aydınlık olan bu odaların, güneş etkisiyle iyi ısındığı da düşünülebilir. Oymalı dolapları, şömine ve şekileriyle burası kadın ve çocukların yaşadığı harem mekânı olsa gerektir. Güney yöne bakan her iki odanın arasına, birkaç basamakla çıkılan küçük bir banyo da yerleştirilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet 1461 yılında Trabzon'u Pontus İmparatorluğundan fethederek aldığı zaman, Kırımda yaşayan Türkleri, Karadeniz sahillerine yerleştirmiştir. Bu yerleşme sonrasında, Cevahiroğulları, Hacı Tahiroğulları, Hacı Yusufoğulları ve Hacı Yakupoğulları v.s ailelerin birbirlerinden kız alıp vermeleriyle aileler büyümüştür. Hacı Yakupoğullarının büyük bir bölümü Sürmene kazasının Civra köyü, Kastel deresinin batısında, Kastelli mevkiinde, Hacı Yusufoğlu ve Hacı Tahiroğulları da Kastel deresinin doğusunda yerleşmişlerdir. 1799 veya 1804 Miladi yılda Sürmene’nin Balıklı (Civra) köyünde doğan Memiş Ağa, bölgenin son Baş Tımar Ağası olan Hacı Yakup Ağa’nın oğludur, anne tarafı ise Kırımda yerleşik Kırım Türklerinden Hacı Yakupoğulları kavmine mensuptur. Diğer aşiret ağalarının taciz etmeleri üzerine Yakup Ağa 1814 Yılında İstanbul’a, oradan da Romanya ’ya göç eder. Memiş Ağa, 15 yaşına geldiği zaman cesur bir delikanlı olarak babasını taciz ederek memleketten uzaklaştıran bu ağalara mukavemet göstererek geri gelir ve bölgenin kontrolünü tamamen eline alır.

Osmanlı döneminde, imparatorluk toprakları idari açıdan eyaletlere bölünerek yönetiliyordu. Eyaletlerin başındaki valiler, çeşitli olanaksızlıklar yüzünden denetimde güçlük çektikleri yörelerde, devlet adına vergi toplayacak, güvenliği sağlayacak yardımcılar seçerlerdi. Bu yardımcılar, o yörede sözü geçen, güçlü, varlıklı kişiler arasından atanırdı. Yörede "ağa" adıyla bilinen bu görevlilerden biri de Memiş Ağa idi. 1700'lerin sonlarında adını duyurmuş olan Hacı Yakupoğlu sülalesine, 1800 başlarında Trabzon valisi tarafından Sürmene ve çevresi için idari görev verilmişti. Tarihçiler, Memiş Ağa'nın, Hacı Yakup'un en büyük oğlu olduğunu ve yüklendiği ağalık görevini başarıyla sürdürerek çeşitli yararlılıklar gösterdiğini yazarlar. 1819 yılından itibaren Osmanlı Hükümeti tarafından Ayan Ağa’lığına kabul edilerek görevlendirilmiştir. 1824 tarihi itibariyle de, Memiş Ağa’nın Ayan Ağa’lığı yeni yetkilerle daha güçlü konuma getirilerek, komşu yerleşim alanlarının idaresi de Memiş Ağa’ya devredilmiştir. 1846 yılında Yüzbaşı rütbesi verilerek silahlı kuvvetlerinin bölgedeki temsilcisi olur. 1854 yıllarında asker kaçaklarını yakalayıp teslim etmekle, Osmanlı hükümeti tarafından görevlendirilir. Bu olaylarda hükümetin tarafını tutan Yakupoğullarından Memiş Ağa, bu olaydan sonra güçlenmiş, zenginleşerek Kastel mevkiindeki konağı yaptırmıştır. Hacı Yakupoğlu Memiş Ağa Konağı, Memiş Ağa tarafından Yüzbaşı rütbesi ile ödüllendirilip Silahlı Kuvvetlere katılmasından on yıl sonra kendileri tarafından yaptırılmıştır.

A.Küçük

Pazartesi, Nisan 09, 2007

Bir yüce dağ Palandöken

Palandöken'i merak edenlere, görmek isteyenlere, özleyenlere işte sizlere harika kar manzaraları.
http://www.flickr.com/photos/hilalaysel/
Bunları beni kıskandırmak için gönderdiğini bildiğim İsmail arkadaşıma da bu arada çok teşekkürler ediyorum:) Ama kıskandırma konusunda gerçekten çok başarılı olduğunu itiraf etmeliyim, şimdi oralarda olmayı o kadar çok isterdim ki anlatamam.


Palandöken

Burda geceler başka yıldızlar başka
Yıllardır yabanım sevgiye aşka
İşim ne yanında gelmesen keşke
Palandöken bakıp durma yüzüme

Gün batımı ufukların bir sızı
Dökülür içime şehrin enkazı
Olsan da süslenmiş bir dadaş kızı
Palandöken bakıp durma yüzüme

Geldiğin yerlerde hala bahar var
Her gece sulardan dolunay doğar
Seninse başında duandır kar
Palandöken bakıp durma yüzüme

Ağlattın sonunda haydi gül şimdi
Seni kamçılayan tipi de dindi
Bu suskunluk gökten mi indi
Palandöken bakıp durma yüzüme

Şair: Anonim

Çarşamba, Nisan 04, 2007

KUTLU DOĞUMU SEVGİYE DÖNÜŞTÜREBİLMEK


30 Mart-5 Nisan Kutlu Doğum Haftası'nı kutlarken, herkes için hayırlara vesile olmasını diliyorum.

‘İnsanlığa dünyasını ve ahiretini anlatmak, onlara kılavuzluk ve mihmandarlık yaparak yollarını aydınlatmak üzere müjdeleyici, uyarıcı ve ışıklar saçan bir kandil olarak seçilmiş ve vazifelendirilmiş olan sevgili Peygamberimizin doğum yıldönümünün kutlandığı kutlu doğum haftasını yaşarken dünyevi meselelerle iştigal etmenin abes olacağını düşünerek sevgiyi yazıp, sevgiyi yaşamayı düşündüm.

Allah'ın dünyayı esenlik ve barış yurdu haline getirmek ve insanlar arasında adaletin gerçekleşmesi için koyduğu ilahi değerleri, insanlığa ulaştırmak için görevlendirilen Hz. Muhammed'le (SAV) anlam bulur, şereflenir sevgi.

Affı, rahmeti ve merhameti, yaşanılan bir gerçeğe ve kalıcı bir sevdaya dönüştüren Allah Resulü’nün kaynağında bulunmadığı bir sevgi sahte sevgidir ve bunu pazarlayan da sevgi kalpazanıdır.

Kalplerimizin incelmesi, yüreklerimizin güzellikleri tatması ve tanıması açısından her insanın sevgiye ihtiyacı vardır. Çünkü sevgi olgunlaştırıcıdır.

Dış olaylardan, bitmeyen sıkıntılardan, kafamızı kurcalayan sevimsiz manzaralardan bir an için ve sürekli kurtulmak istiyorsak, muhabbet meşalesini yakalım. Yunus'un dediği gibi "Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz." Sevdikçe kendini hisseder insan ve bağışlamanın ne olduğunu anlar.

Sevgi ırmağı Allah'tan çağlar. Zira o Vedud olandır. Sevgi, âlemlerin ve tüm beşer-i mahlukâtın yaradılış sebebidir. Sevgi, kâinattaki her şeyi birbirine bağlar. İnsan kâinat ağacının meyvesidir.

Sevgi imanla başlar, vahdete götürür. Gönülde doğar, gönülde yaşar.

Mevlana'nın ifadesiyle "Sevgi; acıyı tatlıya, bakırı altına, hastalığı şifaya, zindanı saraya, belayı nimete ve kahrı rahmete dönüştürür." İnsanı hayata bağlayan zincirin en güçlü halkası ve insanı yaratanına ulaştıracak en sağlam merdiven de yine sevgidir.

Sevgi, mahlûkat ağacının tohumudur. Mahlûkat ağacının en soylu meyvesi olan insan da, sevgi tohumunun kendi tohumunu içinde taşıyan meyvesidir. Sevgi, gösterişin olduğu yerden göç eder, çünkü o bazen sevgilide bir bakış, bazen sesinde bir titreyiş, bazen de gönlünde bir ürperiştir.

Sevgi nimettir, Hakk’dır. Sevgi, taklide değil, asla dönüştürür. Sevgi ezeldir ve ebeddir.

Sevgi, içimizdeki mutlu olma isteğinin kaynağıdır.

Sevgi, hayattır. Hayatın pozitif bakışı ve olumlu düşünme yaklaşımı, sevgiye bağlıdır.

Sevgi, affetmektir, kucaklamaktır, ıslahına katlanmak ve bunun için sabretmektir. Vefa hissinin şefkatle tahammülüdür.

Sevgi, bir madendir, kaynaktır. Bitmeyen, tükenmeyen bir ilâhî hazineden akar.

Sevgi, barıştır ve yakınlıktır. Bütünlüktür, sabırdır ve daha da ötesi olgunluk ve fedakârlıktır.

Sevginin dili, tatlıdır, yumuşaktır, sıcaktır ve kuşatıcıdır.

Sevgi, dostluğun nişanı, yaşamanın mutluluk delilidir. Bir başkasını anlayacak empatidir. Kalbî ve vicdanî bir lezzetin ruhanî boyutunda, sevgi lillah için meyvedar bir çekirdek olarak huzurla yeşerir.

Sevgi, varlık sebebidir. Yar ve yaran sevgiyle anlaşılır, inanılır ve kabullenilir.

Sevgi acıdır, hasrettir. Hicran ve hayrettir, firkat ve gurbettir. Gözyaşı ve ahtır; tazarru ve münacattır. Sevgi ölümdür, can vermedir, kurban olmadır. Canların birbirinde kaynayıp erimesidir; canların can özünde yitirilmesi ve aranmamasıdır sevgi.

Sevgi rahmettir. Sevgi, yardımlaşmadır. Sevgi ışık gibidir, sevgisizlik karanlıktır. Salt sırdır sevgi. Sevdikçe seviliriz, sevildikçe de daha huzurlu birer insan oluruz.

Sevmek cesarettir. Düzenlere, oyunlara, kötülüklere meydan okumaktır. Sevmek; uzaklaşmaktır yalandan ve bencilliği hiçe saymaktır. Bir başka açıdan da inanmaktır sevmek. Yanmaktır, tutuşmaktır sevmek ve yaşadıkça hiç sönmemektir.

Sevmek inanmaktır, yaşamaktır, paylaşmaktır. Sevmek; var olmaktır, bütünlenmektir, artmaktır, çoğalmaktır. Sevmekten ölürken tekrar var olmaktır o sevgiden. Sevmek güvenmektir, onaylanmaktır. Sevgiliye bir nefes gibi, bir ses gibi yakın olmaktır. Sevmek çok ötelerde olsa bile, yaşamak ve yakın olmaktır sevgiliye.

Sevmek, gücenmemektir, ölmesini bilmek, sevgili için yaşamaktır. Sevmek sevgilinin limanı olmaktır. Dağ olmaktır, evren olmaktır.

Sevmek, yangın olmaktır. Yanmaktır, kor olmaktır. Her şey olmaktır, hiç olmaktır. Alev olup girmektir gönüllere. Sevmek yürümektir gönüllerde. Sevmek, güvenmektir, onaylanmaktır.

Yalınlık, doğallık, özdenliktir sevmek. Yalansızlık, içtenlilik, ölümsüzlüktür sevmek. Gözyaşı olmak, yağan yağmur olmaktır. Bir sonbahar mevsiminin sarı yaprağı gibi yalnız olmaktır, sevmek.

Nebiler; firavunların, nemrutların, şeddatların gayız ve öfke ateşlerini sevgi kevserleriyle söndürmüşlerdir. Bu kutlu günlerde bizlerde içimizdeki şeytanları, sevgi ateşimizle yok edelim. Bu özel günlerde insanı sonsuzlaştıran, insanı gerçek anlamda insan yapan sevgi çağlayanımızı coşturalım.’

Teşekkürler F.Burak KAREN